28 Temmuz 2008 Pazartesi

100 mt.ileriye taşındık :)

Nasıl karar verdim, nasıl sonuca ulaştı bilmiyorum ama yeni bir adresim oldu artık. Değişen bir şey yok aslında. Değiştirdiğim mekanın dışında.

www.tulaysahin.net

Tülay

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Güle güle git Burçin, veda değil ki bu...

Mekanların önemi yok aslında. Bu şehirde ya da başka bir yerde farketmez, kendin olabilmektir önemli olan. Ve gerektiğinde, kendinle kalabilmektir. Hatalarını, üzüntülerini, kırgınlık ve kızgınlıklarını kabullenip, sindirebilmektir. Yani seni sen yapan herşeyle barışıp, seni bu halinle sevenleri farkedebilmektir.
Umarım ardına baktığında, güzel şeyler görürsün hep. Hatırına geldiğimize içinde bir yer, "iyi ki" der umarım. "İyi ki tanımışım."
Güzel anılarınla ayrıl bu şehirden sen. Bırakmak istediğin herşeyi bırak, hiç çekinmeden. Rahat olsun için çocuklar kadar. Bilirsin, birtek çocuklar herşeyi çok güzel sanar...

23.07.2008

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Lal

Kulağımda kulaklıklarım, kendimi bir kolyenin tadilatına kaptırmıştım, tezgaha bir müşterinin geldiğini farkettiğimde. Ben elimdeki malzemeleri bırakıp, müziği duraklatana kadar, beyefendinin sorduğu sorunun, sadece dudak kıpırtılarını görebildim. Kulağımda müzik yankılanıyor olmasına rağmen, birşeyler söylediğini anlayabildiğim birinin, ne söylediğini duyamamak çok garip geldi bir an. Sanki sağırmışım gibi...
Bir halam ve bir amcam, sağır ve dilsiz. Çocukluk dönemimde onlarla ilişkilerim yakın olduğundan, bir anlaşma sağlamayı öğrenmiştim. Hem söylediklerini anlayabiliyor, hem derdimi anlatabiliyordum. Şimdi eskisi kadar yakın olmamamızdan ve araya giren zamanın unutturduklarından, karşılaştığımızda anlaşmamız zor oluyor. Böyle bir durumda olan birine, bu soruları sormak mantıklı olur muydu bilmiyorum ama, duyamıyor, konuşamıyor olmanın, onlarda nasıl bir duygu yarattığını, neler hissettiklerini öğrenmek isterdim. Ama onlarla birlikteyken, bu konuyu hiç düşünmemiştim.
İnsan herşeye alışıp, yaşanabilir hale getirmiyor mu? Bu duruma da alışıyordur elbet. Yoksa yaşayamaz zaten. Ama söyleneni duyamayıp, istediğini konuşamamak, bu yetiyi biz hesapsızca kullanırken hem de, zor olsa gerek.
Bazen elimizde olanların farkına varamıyoruz. Ancak kaybedince işte, hayıflanırken "niye?" diye. Onun dışında, olması zaten bir zorunlulukmuş gibi davranıyoruz nedense. Oysa öyle değil işte.
Tekerlekli sandalyedeyken, yere daha sağlam basanları görüyoruz çoğu zaman. Hayat onlara çokça çelme takıyor olsa da hem de. El işaretleriyle anlattıkları ile de, hayatını gayet iyi ifade edebilir insan. Sadece anlamayı istemek gerekir, yani her açıdan.

Temmuz/2008

17 Temmuz 2008 Perşembe

Hepimiz katilimize benzer miyiz birgün?

Konuşarak bir çözüme kavuşturamadığımız konuları açmıştık yine. Konuşmalarımıza ortak olan konuklarımız olurdu bazen, dün olduğu gibi. Dertler, üzüntüler hep benzerdi. "Gönül kırgınlığı, cam kırığı gibidir insanın içinde. Nefes aldıkça canını acıtır. Aklına her geldiğinde canın acıyacak." dedi biri. Bu kadar kırılgan olmanın ve yalana dolana ihtiyaç duymuyor olmanın ceremesini çeken insanlar olarak, "Neden?" diye sorduk birbirimize. Aslında neden çoktu. Herkes kendince bahaneler ardına sığınmıştı. Ve bizim, mutluluğu ulaşılamayacak, uzakta bir yer gibi düşünen insanlar olmamıza sebep olmuştu bahaneler. Karşı tarafın bahanelerinin üzüntüsü, bizim mutsuzluğumuza bahane olmuştu yani.
Bir sebepten canı acıyan, daha sonra karşısına çıkanın canını acıtıyordu. O da, daha sonra karşısına çıkanın. Her mağdur, kendi can acısının bedelini, bir başkasına ödetiyordu, söylediğine göre. Yani hepimiz birgün katilimize benziyorduk.
Seneler evvel, ilk defa sevdiğinde yüreğim, yaşadığım tüm güzel günlerin üstüne gelmişti ayrılık, anlatmıştım aslında. Daha hazmedememişken yaşananları, o zamana kadar arkadaşım olduğunu sandığım biri gelip, hep bu anı beklediğinden bahsetmişti bana. Onun için ne kadar özel olduğumu, bana olan sevgisini anlatıyordu heyecanla. "Sen ne diyorsun?" demişti sonra. Ne diyebilirdim ki? Hiçbirşey diyemeyecek kadar yorgundum. Aklımı ona, onun söylediklerine verebilecek kadar sakin değildi kafamın içi, allak bullaktı. Hep çok yanlış bir adım olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim sonra. "Zamana bırakalım." dedim. Seven birine "zamana bırakalım" dememeli insan, hele de aklını ona veremiyorken. Ben hala acılarımın kaynağını düşündüğümü ve bu durumda onun yanında olmamın onu üzmekten başka bir işe yaramayacağını farkettiğimde, zor bir karar vererek ayrıldım. Ve çok uzun yıllar bunun vicdan azabını duydum hep. Hak etmemişti çünkü bu acıyı. Hiç hesapta yokken, ben de onun canını acıtmıştım istemeden. "Hepimiz birgün katilimize benzeriz." dediğinde, gerçekten hiçbirimiz o kadar da masum değiliz dedim ben de.

Temmuz/2008

"Tarlabaşı'nda Yaşam"

Bir çocuk ne görür baktığı yerde? Bir yetişkinin gördüklerinden daha azını mı, daha fazlasını mı görür sizce? Dün akşam, Tarlabaşı'nda yaşamı, çocukların gözünden anlatan bir fotoğraf sergisini görmeye gittik.

"İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin Tarlabaşı Toplum Merkezi projesi kapsamında yürüttüğü Alternatif Sanat Atölyesi çalışmaları içinde, yaklaşık 45 Tarlabaşılı çocuğa fotoğraf konulu kısa bir teknik eğitimin verilmesinden sonra, çek-at makineleri dağıtılarak, onlardan "Tarlabaşı'nda Yaşam" konusu üzerinden fotoğraf çalışması yapmaları" istenmiş.

Ve ortaya, bakarken birçok şey düşündüren fotoğraflar çıkmış. Çocuklar aslında hep gördüklerini, belki de hiç dikkat etmedikleri bir açıdan yansıtmışlar. Kimi bildiği o sokakları, kimi arkadaşlarını, kimi içinde barındırdıklarına dair konuşmalar yaptıran durumları fotoğraflamış. 6 yaşında bir çocuğun çektiği fotoğraf bile var sergide. 6 yaşında, kaçımız çekilen fotoğrafa gülümsemek dışında bir şey yapıp, herhangi bir görüntüyü aldık kadraja?
Serginin tanıtım fotoğrafındaki gülen yüzlü küçük kız, tüm sevimliliğiyle içeri çekiyor zaten sizi. Kayıtsız kalamıyorsunuz, çoğu zaman yaşadıklarına kayıtsız kalmış olsanızda, o yaşamın fotoğraflarına. Baktığımız şeyde ne gördüğümüzden önce, nereye baktığımız değil midir önemli olan? O fotoğraflara bakarken hissedeceksiniz işte, neymiş kimi hayatlarda gözümüzden kaçan.

Temmuz/2008

Sergi, 27 Temmuz akşamına kadar gezilebilir.

Yer: RENGAHENK SANATEVİ
Adres: Olivio Han Geçidi Sok. Olivio Han. No: 5, Kat: 2, Daire:4 Galatasaray/İst.
Telefon: (0212) 292 32 47-48

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Bugün yağmur var İstanbul'da...

Yağmur yağıyor İstanbul'a. Unutturdu dün yaşadığımız sıcaklığı ve sildi sokakların kirini, pasını. Ne güzel esiyor rüzgar, pencereler açık. Pervaza çarpan haşin yağmur damlalarından üzerime serpiyor, gidecek yer bulamayanlar. Böyle yağmur yağarken ve eserken böyle rüzgar, yeni demlenmiş bir fincan çay ne güzel yudumlanıyor bir cam kenarında. Ve ne güzel bir türkü çalıyor bilgisayarımda.
"Küstürdüm gönülü güldüremedim.
Baharım güz oldu, yazım kış oldu.
Gönüle yarini bulduramadım,
Baharım güz oldu, yazım kış oldu."
Yan taraftaki yangın merdivenin basamaklarından damla damla su süzülüyor. Acelesi olmayan, önemsemez su damlaları. Karşı binada bir evin balkonunda, demirlere tutunmuş nefes almaya çalışıyor sanki bir kadın. Toprak kokmaz bu beton duvarların arasında be ablacım. En iyi ihtimalle yağmurun sesini dinleyebilirsin. Ona da şu yan binanın jenaratör sesi izin verirse.
Takvimler temmuzu da yarıladığımızı söylüyor. Dünü dünde bırakıp, taptaze bir bugünle başlamak gerektiğini hatırlatıyor hızla akan zaman. Zaten bu odalar içinde ne gündüzün farkına varıyoruz, ne de geç gelen akşamların. Bütün gün açık ışıkları ofislerin, korkarmış gibi günle gecenin ayırdına varmaktan. Sesler ardına gizlemiş gibi bütün duyguları, mekanik bir hal almış artık herkes, çalışıp çabalamaktan. Yağmur sesine kaçımız kulak kabartıp anlayabiliyoruz, ne kadar yorulduğumuzu koşturmaktan?

Temmuz/2008

Hoşgeldin bebek

Annenin eline kınası yakılırken gizli gizli ağlamıştım ben. Kolay değildi, 12 yıllık arkadaşımı, sırdaşımı, dostumu uğurluyordum. Kısa süre sonra da başka bir şehire uğurlayacaktım. Anlatamadığım bir yalnızlık çökmüştü içime.
Daha dün gibiydi okuldan eve yürüyüşlerimiz, ders çalışma telaşlarımız. Dün gibiydi ama hayat bizi sağa sola savuruyordu işte. Herbirimiz yeni yollar seçiyorduk kendimize. İşte annen de babanı seçmişti, gidiyordu. Gördüğüm en güzel gelinlerden biri oldu annen. Seçtiği, sevdiğiyle mutlu oldu. Başka bir şehire doğru yol aldı sonra. Oraya taşıdı, buradan sırtına yüklendiği hayatını.
Mesafeler uzaklaştıramadı ama bizi. Günlerce hiç konuşamadık bazen ama telefondaki o ses, hep aynı yakınlığın tınısını taşıyordu. Tek tek taşlarını dizdi yeni hayatının. Kimi zaman hüzünle mutluluğu harmanladı. Kendi güzelliğini bulaştırdı yeni hayatına da. Şimdi kucağında bir başka güzel şey daha var.
Ben hala kendimi bir çocuktan farklı düşünemezken, daha dün aynı yolları paylaştığım arkadaşım anne oldu. İnanması hala çok güç. Dilerim mutlu bir ömrün olur bebek. Annenle, babanla, mutlulukla yaşarsın. Dilerim sevdiklerinden ve seni sevenlerden hiç uzak kalmazsın. Annen seni büyütürken, sen de onu büyüt olur mu?
Hoşgeldin bebek, hoşgeldin. Şimdi daha güzel gülecek annenin gözleri, sen üzerinde yatarken dizlerinin...

Teyzen

Temmuz/2008

15 Temmuz 2008 Salı

Eski yolculuklar

Eskiden daha uzun sürerdi memlekete gidişlerimiz. O uzun yol, git git bitmez, çocuk canımızı çok sıkardı. O yolculuklar abur cubur yemek için bir açık biletti bize göre. Ve bu durum, bizim için yolcuğu daha keyifli kılar, annemi de bizim yaramazlıklarımızdan kurtarırdı. Zordur çünkü uzun yolculuklara çocuklarla çıkmak. Ayak dibine yatırılırdık geceleri. Son saatlere doğru ise artık çekilmez bir çile olurdu. Hem özlediklerimize kavuşmak için sabırsızlandığımızdan, hem de çocuk potansiyelinin o kadar oturup kalmaya artık abur cuburla bile dayanamamasından.
Hatırladığım en kötü şey ise sigara içilmesiydi otobüste. Kabus gibiydi. Nasıl dayanıyorduk aklım almıyor şimdi.
Dönüş yolculuğumda, arkamdaki koltukta, onun yaşlarındaki halimi hatırlatan ama işi daha da abartmış bir ufaklık vardı, annesiyle birlikte. Otobüsün kalktığı ilk dakikadan itibaren, bulduğu herşeyi yedi çünkü, annesinin uyarılarına aldırmadan. Üç kişi yolculuk ediyorlardı ve bir diğeri benim yanımda oturan hanımdı. Ben defter çıkarıp birşeyler yazmaya başlayınca, tuhaf tuhaf bakmaya başladı bana. Ne olduğuna, ne yaptığıma anlam veremedi bir türlü. Dönüp, "zaten ipod'um bozulmuş. Bırak da bari rahat rahat içimdekileri yazayım." demek istedim bir an. Ne kadar kaldığını soracak kimse de yoktu yanımda. Ve o yaşları çoktan geçmiştim zaten. Anneme sorardık son saatlere doğu. "Ne kadar kaldı anne?" diye. Annemin cevabı hep aynıydı. "Az kaldı." O cevabın heyecanıyla, biraz zaman daha idare eder, sonra yine sorardık. "Ne kadar kaldı anne?" Tabi ki az kalmıştı yine. Camdan dışarıya bakmamızı salık verirdi bize. Ama geçmezdi zaman bir türlü. Her yaz başı aynı şeyleri yaşayarak memlekete varır, yaz sonu da tatili sonlandırarak geri dönerdik.
İnsan kendini neye hazırlarsa, işin o kadarı gözüne gelmiyor. 6 saatlik yolculuklara "öf, püf" ediyordu Gülüş, Çanakkale dönüşü için. Ben 14 saat yol gidip gelmiş biri olarak sızlanmadım hiç. 6 saat sürüyor olsa çok çok da mutlu olurdum, o ayrı tabi. Mesafeler uzun da olsa, kimi yolculuklar eskide de kalsa, güzel şey yollarda olmak. Güzel şey, yolculuklarla yeni şeyler kazanmak.

Temmuz/2008

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Sevgili günlük...

Tatilden sonra çalışmaya başlamak ne zor oluyor. Bütün herşey, kaldığı yerden ama biraz daha fazla çaba sarfetmeni gerektirerek devam ediyor. Biriken evraklar var masada, malum. Çok güzel bir fincan hediye getirmiş Gülüş bana. Bir kahve yapıp içmeye başladım keyifle, yeni fincanımdan.
Düşünmemem gereken onca şey ve biran önce yoluna koymam gereken onlarca iş. Tam bir karmaşa var aklımda. Güya tatilden döndüm ama öyle bir yorgunluk var ki üzerimde. Evrakların arasında gereksiz bir kağıt bulunca, elime bir fırsat geçirmiş gibi yazmaya başladım. Yarına yetişmesi gereken işleri unutarak biranda.
Aslında eve dönmek ne olursa olsun güzel. Altından saraylar bile olsa gittiğin yerler, sana ait olduğunu hissettiğin, kendini oraya ait hissettiğin bir küçük oda bile tercih edilir o saraylara her zaman. Tabi dönüşümü hiç böyle hayal etmemiştim ben, orası ayrı. Neyse...
İnsan hayatı çok kısa zaman dilimlerinde nasıl değişiyor, bir daha farkettim. Farkettiğim daha çok şey var tabi. Mesela, insanlara ne kadar çabuk inandığım, herkesi kendim gibi sandığım, kötülük düşünemediğim. Ve saflığımı bazen salaklık boyutuna vardırdığımı filan. Demin neyse diyerek bu konuyu kapatmıştım sanırım ben. :) Bu sefer gerçekten neyse...
Hem evraklar beni bekler. Bu kadar kaytarma yeter. Yeni bir maratona başlamaya hazır mıyım, henüz bilmiyorum. Ama nasılsa başlayınca öğrenirim. :)
Hayde...

Temmuz/2008

13 Temmuz 2008 Pazar

Hoşçakal...

Sıcak henüz bastırmadı. Serin serin esiyor rüzgar, açık pencerelerden. En içli şarkıları, türküleri seçiyor, gözümden süzülen yaşlara katıyorum onları da. Nasıl geçecek bu koskoca gün?
Ben kalabilmekle, seninle olabilmek arasında verdiğim mücadeleyi kazandı benliğim. Yine her zamanki gibi çekti beni köşeye. "Yapamazsın, daha çok üzülürsün!" dedi. Haklıydı! Bildiğin kimseye benzemediğimi ve bunu da marifet saymadığımı ama bazen bunalsam da kendimden, ben olmayı yine de sevdiğimi anlamanı beklemeyeceğim.
Özlemimi, iki tatlı söze inanmış bu saf halimi bir kenara bırakıp, senden uzakta bir yer seçeceğim kendime.
Tatilim boyunca, aklımdan, içimden söküp atmaya çalıştıklarımın; kendimi yenileme planlarımın içinde yoktun. Şimdi döndüm, ama yanımda da yoksun. Halbuki daha çok yeni ve umut vericiydi herşey. Mutluluk sebebim olmaya başlamıştın. Yine olmadı...
Boşluğa asılı bıraktığım tüm güzel cümlelerim, kendilerini yok edecekler bir müddet sonra. Tıpkı şu anki duygularım gibi, eskide kalıp, tarih olacaklar. Vedamın delili olacaklar sonrasında, hatıra olacaklar.
Tüm haksızlıklarını unutmaya çalışıyorum şimdi. Herşeyi geride bırakıp, ardıma bakmadan gidiyorum. Ama senin gibi korkakça veda ederek değil, cesurca "hoşçakal" diyerek...

Temmuz/2008

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Neden yazıyorum ve neden yazamıyorum?

İlkokul dönemlerim dahil, hiç güzel resim çizemedim ben. Yani çocuk zamanlarımın hoşgörüsü altında bile, resimlerin çirkinliği su götürmez bir gerçekti. Güzel resim yapan arkadaşlarıma hep imrendim. Sesim, en sevdiğim türküleri bile fısıltıyla söyleyecek kadar berbat. Dans konusunda, hiçbir becerime ben bile tanık olmadım henüz. Halayı, horonu, içimden geldiği, beni mutlu ettiği için oynuyorum sadece. Kısa bir süre hariç, hiç müzikle uğraşmadım. İyi bir dinleyici olmak dışında. O kısa süre içinde flüt çalmayı denedim. Biraz tembellikten, biraz da çalışmak için gerekli ortamı yakalayamadığımdan, şimdi dolabımın ücra bir köşesine sakladım flütü. Sesine hayran olmama rağmen hem de. Lisede zorunlu olarak yazdığım ve yarışmaya katılıp birinci olmuş, o şiir maksatlı yazı dışında, hiç şiirle de uğraşmadım. Çok iyi bir şiir okuyucusu olmadığımı da, benim için okumanın yazmaya çabalamaktan çok çok daha keyifli olduğunu da biliyorum. Kendimi, yazarak ifade etmeyi sevdim ben. Tuttuğum günlüklerle başlamışım kendimi anlatmaya, haberim olmadan. Bu blogu açmakla daha çok farkında oldum bu durumun ve sahip çıkmaya başladım yazdıklarıma. Kendimle yüzleşmem, kendimi kabullenişim, yaşadıklarımı sahiplenişim, yazarak oldu hep. Bu blogu açmak, kendimi geliştirmeme sebep oldu aslında. Çoğu zaman yazdıkça yazasım geldi. Ve yazdıklarımı, biryerlerde birilerinin okuduğunu bilmek, hep mutlu etti beni. Yazmak her durumda iyi geliyor bana. Hele de sonrasında beğenileri duymak ya da okumak. Bundan mutlu olan biri vazgeçebilir mi yazmaktan? "Ne kadar güzelsin" cümlesinden daha değerli benim için beğeniler. Ve daha fazla yaşama sevinci var içinde.
Peki neden yazamıyorum? Yazdıklarımı incelik gösterip okuyan bazı arkadaşlarım, "neden bir kitap yazmaya çabalamadığımı" sorarlar bana. Bilenler bilirler, denemedim değil aslında. Ama olmadı. Olmamasının iki önemli nedeni vardı. Ben detay yazıyorum. Bir bakışla, bir gülüşle, bir sözle, yaşadıklarımdan, başkalarının yaşadıklarından, gördüklerimden, duyduklarımdan, hayal ettiklerimden biriktirdiklerimi, aynı duygu yoğunluğuyla yazıyorum ben. Ama bu tavır, uzun soluklu bir hikayede eğreti duruyor. Hikaye ilerlemiyor, kilitlenip kalıyor. Yazdıklarım da değerini kaybediyor işte o zaman. Asıl ve önemli olan diğer neden ise, kendime ait, özgün bir hikaye bulamamam. Öyle bir hikaye yakaladığım zaman, ne olursa olsun yazabilmek için çabalarım sanırım. Ama şimdilik ufak denemelerle yetiniyorum. Hayatımdaki tüm kahramanlar, cesaretlendirdiğiniz ve bana kattıklarınız için, her daim hazırda bir teşekkürüm var, biliyorsunuz. Beni kendi halime bıraksaydınız, daha savruk ve güvensiz olurdum bu konuda, bunu da ben biliyorum. Ama güvenin bana ne olur. Hislerim, biriktirdiklerimin başlamak için yeterli olduğunu söylediğinde başlarım elbet. Neden olmasın?

Temmuz/2008


"Neden olmasın" deyince, bunu yazmadan edemedim.

"Aşk, özgürlük düşü yetmez;
özgürlüğün kendisi, hala yetmez;
Hayatın kendisi,
ve en sonunda giderken oradan,
hayattan her şeye bedel,
küçük,
mütevazi,
o en anlamlı tebessüm sizin olsun…
Elbette mümkün değil ama,
her şey gönlünüzce olsun…


Neden olmasın?...
Kazim Koyuncu (11.05.2004)"

Dönüyorum...

Deniz kokusu, dalga sesi ve açıklı koyulu, uçsuz bucaksız bir maviliğin eşlik ettiği, güzel bir öğle yemeği karadeniz sahilinde. Dönüşümün öncesindeki son yemek. Ve sonra, güneş batarken gözümün içine gülerek, uçsuz bucaksız denizi izleyerek, dönüş yolculuğuna çıktım. Kuşlar uçuşuyordu gün batımı kızıllığında, uzakta bir sandal salınıyordu denizin ortasında, bazı evler ışıklarını yakmaya başlamıştı bir akşam hazırlığında ve ben, yine bir cam kenarında uzaklaşıyordum bu şehirden, geldiğim gibi. Dalgalar deli deli sahile vururken, İstanbul'un sakin denizine yollanıyordum ben.
Kimi zaman sıkıldığım ama hep eskiye ait özlemlerin barındığı; huzurlu, sakin bir tatili ardımda bırakarak, şehrime dönüyorum ben. Bir bilsen, ne çok özledim seni, sende bıraktıklarımı. Sanki on gündür değil de, aylardır ayrıymışım gibi senden. Özlemin başka, anlatılır gibi değil aslında.
Duyduğum dere seslerini olduğu gibi, beni uğurlarken ağlayan gözleri de içimde bir yerlere saklayarak gidiyorum. On gündür doğru düzgün aynaya bakmamış olmamın verdiği hevesle, dışarı çıkarken gözüme sürdüğüm kalemi farkeden ufaklığın, en umulmadık anda sorduğu soruya gülüşümü sakladığım gibi. "Sen gözünü mü boyadın? Dudağını da kırmızıya boyasaydın ya?"
Eskiye ait hiçbirşey, ben de dahil, eskisi gibi değilken, yeniliklerin yamacında kaldı aklım. Hasret giderebildiklerim kadar yakın, birdaha hiç göremeyeceklerim kadar uzak ve bildiğim herşeyden çok başka birşeyler var içimde bu sefer. Ne olduğunu anlayabilmek ya da anlatabilmekse, galiba zaman ister...

Temmuz/2008

Bir çocuk kadar masum...

Başımı pencereye yakın yerleştirdiğim yastığa koyup, uzakta dumanlı tepeleri, yakında meyve ağaçlarını görüp, kuş cıvıltılarını dinleyerek bir akşamüstü dinlencesi yaptığım. Etraf sessiz. Köyün girişindeki araba sesi de, karşı tepede birbirine seslenenlerin yankıları da kulağımda. İstanbul'un bu saatlerdeki kavurucu sıcağına inat, insanı ürperten bir serinlik var buralarda. Havada toprak, sağda solda açmış çiçek, taze demlenmiş çay kokusu var.
Güneş, olanca ışığını, parça parça bölünmüş bulutların belirginleşmesi için kullanmış batarken. Arkasında kara bulutlar yollanıyor bizden tarafa. Çok uzaklarda karınca kadar görünen kuşlar uçuyor. Gözümün görebildiği kalan her yer ise yeşil.
Güneşin sakladığı, bulutsuz bir yaz akşamı kadar koyu, küçücük o gözleri saklayan gözkapaklarından öperken, akşama kavuşuyor yine gün. Bir çocuk, düzenli nefes alış-verişini, kalbinin atışını hissederken ben, usul usul uyuyor yanıbaşımda. Gözleri mutlu bir rüyaya kapalı. Ah çocuk, kötü olan herşeye gözlerimizi sıkı sıkı kapatsak ya da görmezden gelsek. Bizimde kapalı gözlerimizde, güzel rüyalar belirse. Ve tüm kötülükleri unuttursa bizlere...

Temmuz/2008

Nihayet gittim

Servisi bekliyorum. Gözümün önünde akıp giden trafik var. Sanki hayatı ortasından bir yerinden bölmüş ve kendime ayrı bir zaman dilimi yaratmışım. Elimi uzatsam değecek kadar yakın ama bir o kadar da uzağım. Otobüse bindim, oturdum cam kenarına. Yalnızım. Uzaklaşıyorum şehrim senden. Gitmek isteyen bendim, gidiyorum. İyi gelecek bu gidiş, biliyorum. Bildiğim yollardan, özlediğim yollara, özlediğim insanlara gidiyorum. Karanlık basıyor. Anlamlı şekillere benzetmeye çalıştığım bulutlar başımızda. Yol akıp giderken şu cam kenarından, "Özlediğim tam da bu!" dedim içimden.
Müziklerimi açıp, bir kelime etsem saatlerce konuşacak hanımın haline de aldırmadan, akan yolu seyre daldım. Memleketime vardığımda, hem çok şeyin değiştiğini, hem de bir çok şeyin değişmediğini gördüm. Özlediğim herşeyi, herkesi gördüm teker teker. Köydeki sessizliği, eğri büğrü yolları, fındık bahçelerini. Yaylaya çıktık sonra. Elde yapılmış çay, taze sağılıp kaynatılmış süt, uzun zamandır tatmadığım yemekler, bazen sert esip donduran, bazen sıcağı azaltan rüzgar, küme küme bulutlar, temmuzun başında üşüdüğümüz için yakılan kuzine. Eksiği, fazlası, sessiz sakin ortamı ile, bir karadeniz tatili bu, kendine özgü.
"Yedi yaşında bir kızım
Büyümez ölü çocuklar." demiş ya Nazım usta, yazlarını burada geçiren, hatırımdaki o küçük kız, benim için hep aynı yaşta. Ama şimdi, gördüğüm herşey bambaşka...

Temmuz/2008

Gökçeada demişken...

Kısıtlı imkanlarımıza rağmen, herşeyi istediğim gibi keyifle yapabildiğim ve aynı zamanda hayatımda çıktığım en savruk yolculuktu Gökçeada maceramız. Yeni yerler görmekten de önce, denize girmek amaçlı bir tatil olmasına rağmen, en gerekli şeyleri unutarak çıktığımız bir yolculuktu.
Kaldığımız pansiyonun sahibi, astsubay emeklisi bir bey idi. Nereye gitmişiz, ne yapmışız; bizden önce haberdar oluyordu, bilmediğimiz bir şekilde. Çok da yardımı dokunmuştu ama. Askeri kantinden alışveriş yapmamızı sağladı. Nereye, nasıl gideriz'in bilgisini hep ondan aldık.
Turistik bir mekan olmasına rağmen, üç genç kızın tatiline anlam veremiyordu yaşayan halk. Adada varolan üniversitenin öğrencisi olup olmadığımız soruluyordu her gittiğimiz yerde. Rum köylerinin yaşayanlarının karşılamaları çok daha başkaydı. Zaten o köylerin havasına hayran kalmıştım. Köyleri gezerken, yıkık-dökük ama eskiden güzel bir bina olduğu belli olan bir yerin önünde durmuştuk birara. Biz çok dikkatli bakınca, bizi gezdiren bey, "burası okulmuş." demişti. "Köyde de başka okul yok zaten." diye de ekledi. "E çocuklar?" diyecek olduk. "Bu köyde çocuk yok ki." diye karşılık vermişti. Ne kadar iç burkucu bir cevaptı bu. Fırsatını bulanlar, Yunanistan'a gitmişler. Kalanlar ise orta yaş ve üzeri insanlarmış. Bizimle sanki uzun zamandır tanışıyormuş gibi konuşup şakalaşan gördüğümüz o insanlar yani.
Gezdiğimiz her yer, tanıştığımız her insan (istisnalar kaideyi bozmaz) güzeldi. Şimdi bunları yazınca, elimde fotoğraf makinası, yeni yerler keşfederek, yeni şeyler öğrenerek gezmeyi özlediğimi farkettim. En yakın zamanda, sağlam bir bütçeyle, yeni yolculuklara çıkmak gerek galiba. Hayat içinde nedense, istediklerimizi gerçekleştirebileceğimiz zamanlar çok kısa.

Temmuz/2008

İncelik maharet ister...

Elindeki poşetleri, sorgusuz sualsiz, o kadar uğraşarak dizdiğim kolyelerin üzerine gelişigüzel bıraktı kadın. Yan tezgaha bakıyor olmasına, bizim tezgahı dağıtmasına rağmen, bırakırken izin istemiş olsaydı, eminim sinirlenmeyecektim bu davranışına. Alışverişi bitene kadar nasıl sabrettiğimi ben de bilmiyorum.
Hani "hedef kitle" diye bir terim var. Tezgahta satılanların niteliğinden ve hitap ettiği insanlardan ayrı olarak, bazen orada oturuyor olmama beni sevindiren insanlar da geliyor tabi. Konuştuğu iki kelime, bakışı, tavrı itibariyle, işte benim için "hedef kitle" olabilecek insanlar dediklerim. İyi ki varlar ve iyi ki karşılaşıyoruz.
Geçen sene gittiğimiz Gökçeada'nın, hayran olduğum o rum köyü Zeytinli'de yaşadıklarımız geldi aklıma. Yaklaşık iki saat yürüyerek ulaştığımız o güzel köyde içtiğimiz, çok fazla türk kahvesi tutkunu olmamama rağmen, unutamadığım o kahvenin tadı sonra. Ve o kahveyi daha da lezzetli kılan o sohbeti.
Kısıtlı imkanlarımızla gittiğimiz Gökçeada da, minübüs gibi bir vasıtanın bulunmadığı o köye, taksiyle gitmek yerine, yürümeyi tercih etmiştik biz. Yürürken yanlarından arabayla geçtikleri üç kızın, onlarla aynı yere kahve içmeye geldiklerini gören üç-dört bey oturuyordu yan masada. Bizim onca yolu yürüyerek, buraları görmek için gelmiş olmamız, çok hoşlarına gitmişti. "Böyle gençler var hala demek?" demişlerdi. Onların grubu, Türkiye'nin çeşitli illerinden, öğretmen evleri müdürleri ve dernek başkanlarından oluşuyordu. Güzel sohbetimizi yarıda bırakıp, onlardan önce kalktık biz masadan. E malum, geze dolaşa aynı yolu geri yürüyecektik. Biz çiçek, böcek resmi çekerek yürürken, yanımızdan selam vererek geçtiler arabayla. Beş dakika sonra da geri döndüler, arka koltukta oturan beyler eksik olarak. "Başkanımın içi rahat etmedi. Sizi şehir merkezine bıraktıktan sonra gelip onları alacağım. Buyrun." dedi, arabayı kullanan bey. Gerçekten de az ileride yol kenarında bekleyen başkanı görmüştük.
İnce düşünmek, nerede nasıl davranılacağını bilmek, insan olmanın gereği bence. O yüzden kendinden başkasını düşünmeyenleri, küçük dağları kendisinin sananları, hayattaki tüm özgürlük ve hakları, başkalarının sınırlarını ihlal etmek pahasına kendilerine ait sananları, aklım almıyor. Baktıkları yerde sadece kendilerini görmeyenler, sayıca az da olsanız, bu dünya, sizler varolduğunuz için gerçekten çok şanslı...

Temmuz/2008

24 Haziran 2008 Salı

Özlemin bitmedi bu Haziran da...

''İşte gidiyorum'' demişsin, biz bilmeden. Her dediğini yapmak zorunda da değildin ki...
Kaybettikleri insanları gökyüzünde arayan küçük çocuklar misali, sesini duyunca, gözlerim bulutlara dalıyor.
Senin bu sesin, yokluğuna hiç inandıramayacak bizleri. Ve her geçen gün artan bu özlemin, sonu olmayacak.
Ömrümüzün senelerinin bir yerinde, hep haziranlar olacak. Ve o haziranlar, seni bizden almanın hüznünü taşıyacak. Tıpkı şimdi olduğu gibi...

25.06.2008

Üç nokta (...)

"Neden bu kadar üç nokta (...) kullanıyorsun?" diye sordu bir arkadaşım. "Artık üç nokta gördüğümde aklıma sen geliyorsun." dedi. "Söylenişi de yazılışı kadar manidar olsa, lakabım olabilirdi desene." dedim ben de.
İmla kurallarına, noktalama işaretlerine elinden geldiği kadar dikkat etmeye çalışan, hatta bazen sırf bu yüzden, bütün kelimelerin anlamlarını ve yazılışlarını kaybeden biri olarak, bunu bilinçsiz olarak yapmıyorum tabiki.
Birkaç farklı nedenle kullanılır üç nokta. Ama bana en yakını, kendini çoğunlukla eksik hisseden biri olarak, tamamlanmamış cümlelerin sonuna konuluyor olmasıdır galiba. Çoğunlukla yazdıklarımın da eksik olduğunu düşünürüm ben. Derdini anlatan cümleler içermesine, içinde doğru tanımları bulundurmasına rağmen, yine de birşeyler eksik gelir hep. Benim hissettiğim bu eksikliği, tıpkı yazının içinde anlattığım tüm diğer duygularım gibi, açığa vurmak için kullanırım üç noktayı. Yani bir nevi kendimi anlatma yöntemimdir bu.
Bir de tabi suskunluğum... Kızdığında, üzüldüğünde suskun kalan ben, suskunluğumu dile getiririm bu yöntemle. Kızdığımda sorduğu sorulara yanıt alamayan herkes bilir bunu maalesef. Öyle zamanlarda ne kadar sevimsiz olduğumu anlatır üç nokta. Galiba gerçekten kendimle özdeşleştirebilirim ben, bu noktalama işaretini. Ne çok ortak özelliğimiz varmış meğer kendisiyle. Bugünden itibaren ilanımdır efendim, muadilimdir üç nokta...

Haziran/2008

Giden, döner elbet...

Ayrılmak ne zordur. Sevgiliden, kıymetli bir dosttan, yakın bir arkadaştan, aileden, sevdiğin herhangi bir insandan ayrılmak ne zordur. "Keşke gitmese" demek, giderken dönüşünü de planladığını bilsen bile. O yokken eksik kalacak şeylerin, geçmeyecek zamanların, "ne gülerdik buna" deyip, yokluğunu hissetmenin kasveti çöker insanın üstüne.
Sevmek, ne büyük risktir aslında değil mi? Nasıl da cesaret ister. Korkuları alt edebilmek, sorulardan vazgeçebilmek ister. "Ya giderse?" isteyerek ya da kaderinin tecellisiyle. Giderse birgün işte, alıştığımız onca şeyi ve yalnızlığı bırakarak bize. Çok uzaksa gidecekleri yer, dönemeyecekleri kadar; ya da sadece fikren uzaksa, aslen uzak sayılmayacak kadar. Esas olan yalnızlıktır her durumda. Onsuz tadı olmayacak yaşanacakların yansımasıdır, arta kalan boşluktur. El sallamak dağıtır mı dersiniz bu hüzünleri? Gözünden akan yaş söndürür mü özlem ateşini?
Dilerim, ucunda kavuşmalar olan ayrılıkların zorluğu olsun, bizi yoran. Gidenler dönsün yolculuklarından. Ve tamamlasınlar eksik kalanları, bize anlatacaklarından.

Haziran/2008

Güzel şeyler

Güzel şeyler yazmak istiyorum. Aşktan bahsetmek mesela. Mutlu sonlar yazmak, ilginç tesadüfleri, mutlu insanları, gülen yüzleri; memleketimi, çağıldayan deresini, uçsuz bucaksız denizini, yeşilini, gökyüzünün mavisini, yaylasının bulutlara yakınlığını anlatmak istiyorum. Ve yeniden hatırlamak istiyorum kimi şeyleri.
Fındık topladığım, bana özel yapılan o küçük sepeti, topladıklarımı taşıdığım o küçük şeleği görüp, harmanın başka bir yerinde kendime oluşturduğum fındık yığınını hatırlamak. Ve dedemin, nereden, ne kadar fındık çıktığını bilmek için yaptığı hesabın aynını, benimde bir deftere yazdığım zamanları. O defteri bulduklarında ne kadar güldüklerini. Ailenin bütün çocuklarının uğrak yeri olan, odanın kapısındaki salıncakta, gece-gündüz demeden keyifle sallanışımı. Bahçede kaynağından buz gibi su içmeyi, dalından meyve koparıp yemeyi, musluktan da su içilebileceğini, akşamın o yoğun sessizliğini. Zorlu yollarıyla baş etmeyi öğrendiğim ormanda, düşe kalka mantar aramayı. Yağmur sesini dinleyip, toprak kokusunu içime çekmeyi. Hayatımızdan eksilenleri, yokluklarından oluşan büyük boşlukları. Çocukluğumdan gelen alınganlığımı bilenlerin, benimle uğraşmayı nasıl eğlenceleri haline getirdiklerini. Nasıl da çabuk küstüğümü, bir köşeye çekilip kimseyle konuşmadığımı.
Köye ilk gelindiği gün, bahçeye girilirse havanın çarpacağını, taze fındığın çok fazla yenilmemesi gerektiğini, bildiğim tüm yemekleri. Uzaklardan seslenene "ey" (cevap) vermeyi, "annağa gelmeyi"(görebileceğim bir yer).
Hatırlamak, anlatmak ve yeniden yaşamak istiyorum. Bunun için de gitmek için gün sayıyorum. Güzel olan birçok şeyle dönmek için...

Haziran/2008

19 Haziran 2008 Perşembe

Dikkatimden kaçan

İlkokul çağlarında, kardeşleri ve amca çocukları ile hep beraberlerken yaşadığı bir olayı anlatmıştı annem. Bütün çocuklar, kuzinenin olduğu odada oturuyorlarmış, bir kış günü. Kuzinenin üstünde ibrük kaynıyormuş. Dayım, "Ben bu ibrüğün içine girerim." demiş; annem, "giremezsin." "Girerdin, giremezdin" münakaşasından sonra dayım, "Sen odadan çık. İçeri girdiğinde, ben ibrüğün içinde olmazsam, kuzinenin maşasıyla beni döversin." demiş. Çıkmış annem odadan dışarı. Bir zaman sonra geri gelmiş. Dayımı kuzinenin yanında, gülerek otururken görünce, annem de koşmuş maşaya; dayımı dövecek ya. Maşayı eline aldığı gibi, yanmış eli. Annem odanın dışındayken, maşayı kuzinede ısıtmış çünkü dayım. Ben bu hikayeyi dinlediğimde, sanırım annemin o zamanki yaşlarındaydım. Şu an düşünüyorum da, bazen bazı şeylere öyle odaklanıyoruz ki, daha önemli birçok nokta kaçabiliyor dikkatimizden.
Çok sevdiğim bir ablamın, tavırlarından hiç hoşlanmadığım bir arkadaşı var. Kimin kiminle anlaştığı ya da anlaşamadığı beni ilgilendirmez. O yüzden tek kelime etmedim ablama, bu konuyla ilgili. Ama diğer yandan, o kızın tavırlarını gördükçe, beynime sıçrayan kana da mani olamadım. Ve ister istemez mesafeli durdum ona karşı. Ondan uzak durmaya öyle gayret göstermişim ki, ablamın bunu üzerine alınmasına sebep olmuşum farkında olmadan. Aklımın ucundan bile geçmeyecek bir problem algılamış, kendisiyle ilgili. Halbuki olmayan, olmayacak birşey bu.
Mali müşavirimiz briç oynar sürekli. Bana da tavsiye eder her fırsatta. "Planlı düşünceyi geliştirdiğini" söyler. Briç'i bilmiyorum ama olaylara daha ılımlı bir yaklaşıma ihtiyacım var sanırım. Kendimi bu kadar açık etmeyip, biraz politik olabilsem, acaba aynı şeyleri yine yaşar mıyım?

Haziran/2008

18 Haziran 2008 Çarşamba

Yitip giden

Sen gittin...
Ne özlemek kaldı geriye, ne de sana ait başka birşey. Beni de aldın götürdün çünkü sen, bırakmadın bana. Çok kızdığım zamanlar, "çık artık hayatımdan" derdim, sana duyurmadığım sesimle. "Beni rahat bırak." derdim. Sen bıraktığında, beni bırakmayacak olan hasrete, acıya ve manasızlaşacak hayatıma hazırmışım gibi. Sensizlik kolaymış ya da buna katlanabilirmişim gibi.
"Git!" derdim, kızgınken bana yaklaştığında. Şimdi "Gel!" diyebilmek için neleri vermezdim. "Dur gitme!" diyemeyenin, "Gel, demesine inanmam." demişsin, mutlu günlerimizin en yakın tanığı olan o insana. "Birbirinizi çok yıprattınız, artık bırakın. Acıtmayın daha fazla canınızı." dedi. "İyi o, merak etme." dedi, "Bir ucundan tutmuşsun hayatın", öyle söyledi. Benim hayatımın tüm tutulacak uçları törpülenmiş, ne garip değil mi? Neresinden tutsam, kayıveriyor elimden. Ya da kalmamış hayatımın bir tutar yanı gerçekten.

Sen yoksun...
Aynada gördüğüm yüzü beğenmiyorum. Bana çok yakıştırdığın o kirli sakallarım, artık gerçekten kir-pas içinde. Sen olmadan neye yarar, aynalarda mutlu ve güzel bir yüz görmek zaten. Beni zorla bir yerlere sürükleyen, giderken yaptığım tüm huysuzluklara katlanan güzel kız, "iyi ki benimlesin." dediğin o güzel zamanların hatırına, yine huysuzluklarıma aldırmadan gelsen. Ve ben de, "iyi ki geldin." diyebilsem sana sevinçle.

Artık ben de yokum...
Yokluğuna dayanamıyor, ne bedenim, ne kalbim. Nasıl da görmezden gelmişim, beni ne kadar mutlu ettiğini, hayatıma nasıl anlam kattığını. "Acaba seni görür müyüm?" diye gittiğin yerlerden geçen, ümitsiz ama aynı zamanda gereksiz bir umuda yenik biri oldum. Ben bile tanıyamıyorum kendimi. Uzak bir şehrin, ücra bir kasabasına çevirdim rotamı. Senden uzağa, çok uzağa. Ve umarım, gözden ırak olan, gönülden de ırak ola...

Haziran/2008

15 Haziran 2008 Pazar

Gökten üç elma düşse...

Bir masaya iliştik, sırtımızı duvara yaslayarak. Hayatımız boyunca hiçbir yere yaslayamadığımız sırtımızı, dertlenmek, derdimizi söylemek için bir duvara yaslamıştık.
Yüzüne bakamıyordum, korkuyordum bakmaya. Üzüldüğün hiçbirşeye çare olamamaktan. "Amaann boşver." deyip, herşeyi unutturamamaktan. "Üzülme herşey düzelir." cümlesine seni inandıramamaktan. İçimizde kalan, iyileşmeyen derin yaralar oluşturan ve buna rağmen kimseye söyleyemediğimiz öyle şeyler vardı ki. Biliyordum ben de, nasıl can acıtırdı bunlar. Nasıl yakar, kavururdu derinden. Bazı şeyleri, bir ömür geçse de unutamıyordu insan. Sen de anlatıyordun işte, sende saklı kalanları.
Bütün bunların, üst üste olan onca şeyin, akıttığın gözyaşlarının bir varış noktası olmalıydı değil mi? Ağlamaya bile, birgün gülmek için katlanmaz mıydı insan? Ne zaman gerçekten gülecekti gözlerimiz, açık etmek istemediği şeyleri maskelemek yerine? Soramıyordum sen bu haldeyken ama susamıyordum da, sen böyle ağlarken. Ne düşlesek artık kar etmediğinden kederlerimize, düşlerimizden de vazgeçer olacağız galiba. Oysa neye yarar düşleri olmayan insanlar?
Offf... Keşke sihirli değneği olan bir hayal kahramanı olabilseydim. Sevdiklerimin üzüntülerini bir kalemde silebilseydim.
Niye böyle oluyor herşey? Biz mutlulukları ararken, neden hep hüzünlere düşüyor yolumuz? Neyi yanlış yapıyoruz, sürekli yineleyerek?
Yakınmak hiçbirşeyi değiştirmez, bir işe yaramaz biliyorum. Hani şarkıda diyordu ya;
"Ne zaman canın yansa bu kadar derinden,
Sanırsın mümkün değil, bir daha üzülmen."
"Bundan daha kötüsü olmaz" sandığımız her anın, daha da kötüsü olabileceğini öğretti hayat. Ama işte, ağrı neredeyse orayı daha şiddetle duyumsuyoruz biz. Her defasında aynı hataya yine düşüyoruz. Şu an çok saçma gelse de tüm söylediklerim, sen de biliyorsun; geçiyor herşey. Bize ise sadece, kalbimizde açılan delikleri saymak düşüyor. Birgün, o masallarda anlatıldığı gibi, gökten üç elma düşse mesela. Artık biri de bizim payımıza. Ve tüm üzüntülerimizin, çok uzağına...

Haziran/2008

12 Haziran 2008 Perşembe

Hayat akıyor

Seneler önce birgün, doğumgünümün daha ilk dakikalarında, bir kutlama mesajı almıştım, tanımadığım bir numaradan. Biterken beni çok üzen bir ilişkinin kırıntılarını, kendime bile itraf edemesemde, içimde taşıyordum o sıra. Aslında gerçekten "o" olmasını dileyerek, "eğer sen isen..." diye başlayan, "beni arama" maksatlı bir cevap mesajı yazmıştım. Yanıt geldiğinde, o cümleleri kuranın, aklıma gelebilecek en son kişi olduğunu anlamıştım. Mesajı gönderenin "o" olmamasına mı, içten içe hala onu bekliyor olmama mı, yoksa durup dururken ortaya çıkan, bu ihtimalsiz duruma mı üzülseydim bilememiştim.
Aradan geçen onca seneyi, hayatımda, kendimde değişenleri, yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı düşünürken, bu halimi de hatırladım. Sadece kendi kanayan dizlerinden dem vuran biri olmadan, kanattığı dizlerin de bilincinde olarak, devam ediyorum yoluma. Yaralar kabuk bağlıyor, sonra tamamen iyileşiyor birgün. Herşey geçip gidiyor, ömrümüz gibi.
Her geçen gün biraz daha iyi anlıyorum ki, hayat sandığımız kadar uzun değil. Hastalıklar yaşıyor, sevdiklerimizi kaybediyor, altından hiç kalkamayacağımızı sandığımız birçok şeyin üstesinden gelebiliyoruz. Bu bizi bazen güçlü, bazen zayıf, bazen de yalnız yapıyor. Ama hep ömrümüzden çalıyor. Farkettirmeden ama farkedilecek kadar boşluklar oluşturarak. Geride kalmış uzun yollar barındırarak. Hayat akıp geçiyor, bazen bizi bizden bile çalarak...

Haziran/2008

Uzaklardan görüntüler

Uzaklardan mektuplar demiştim hani. Çiya ile tanışmamızı ve sonrasında aramızda oluşan bağı anlattığım yazıyı, ona okutmak geçiyordu hep içimden. Geçenlerde telefonla konuşurken, msn adresi aldığından, komşularında internet olduğundan ve ara sıra adresine baktığından bahsetmişti. Dün nihayet denk gelebildik. Kamera açtı. Karşımda kocaman bir genç kız vardı.
Hal-hatır sorma faslından sonra, "Sana birşey okutmak istiyorum." dedim. "Nedir?" diye sordu merakla. Yazının linkini yolladım, "Bu yazıyı oku bakalım." dedim. Çiya yazıyı okumaya başladı, ben de açık olan kameradan tepkilerini izlemeye koyuldum. Çok şaşırdı önce. Gülerek ve şaşkınlıkla okudu ilk satırları. Yazının sonlarına doğru bir durgunluk çöktü üzerine, gülücükleri kayboldu. Korktum ben de açıkçası, "incindi mi yazdıklarımdan?" diye. Bitirene kadar zor sabrettim. En nihayetinde, elini yanağına koyup, ekrana öylece bakarken; "okudun mu?" diye sordum dayanamayarak. "Okudum." dedi. "Beğendin mi?" diye sormaya, cesaretim bile yoktu. O da beni daha fazla merakta bırakmadan, "ağlamak istiyorum." dedi. Korktuğum başıma geldi diye düşünürken, "beğenmedin mi?" diye sormak zorunda hissettim kendimi. "Sen çok iyisin, çok." dedi. "O senin iyiliğin." dedim. Kısıtlı zamanı tükenmişti, ben bunları söylerken. Yeniden görüşme dileklerimizle kapattık konuşmayı. Benim dilimde ise, artık kocaman olmuş hatırımdaki küçük kıza söylediğim, "Ben henüz, sana iyilik olabilecek kadar bir şey yapamadım ki!" cümlesi vardı.

Haziran/2008

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gitmek...

Birkaç hafta sonra, yıllık iznimi kullanarak memleketime gideceğim. 4 sene oldu oraları, sevdiğim insanları görmeyeli. Zaman yaklaştıkça farkediyorum, ne kadar özlediğimi, gitmek için ne kadar acele ettiğimi. Gideceğim ya, şimdi kimin elinde bir bavul görsem, takılıp kalıyor gözlerim. Otobüs firmalarının önünde birikmiş, servis bekleyen insanlara bakıyorum, hemen o an gitmek ister gibi.
Yol yoruyor insanı evet, ama nedense ben seviyorum bu yolculukları. Çok sık olmamak kaydıyla tabi. Yalnız kalabildiğim, hüzün ve sevincin ruhumda karıştığı bir zaman dilimi oluyor benim için, bu yolculuklar.
Bir İstanbul aşığı olarak, en çok gitmek istediğim yere bile olsa gidişim, bu şehirden ayrılırken hüzünlenirim. O hüznün üstüne, sürekli çalışmaya alışmış insanlarda, iznin ilk zamanlarında oluşan, bir boşluğa düşmüşlük hissi eklenir. Hani bilir misiniz, günlerin sırası bozulur. O gün hiçbir gün gibi gelmez size. Bu durum, bazı zamanlar, gün ortasında, herhangi bir sebeple izin alıp işyerinden çıktığımda da olur mesela. Dışarıda, aynı hızla akmaya devam eden hayatı görünce, sanki bilmiyormuşum ya da hiç aklıma gelmemiş gibi bir şaşkınlık hali olur ben de. Tıkılı kaldığımız dört duvarın, bizi yoksunlaştırması olsa gerek bu. Ve tabiki, gidilecek yerin, görülecek insanların sevinci eklenir, diğer iki duyguya.
Cam kenarında otururum. Gidenlere el sallayan kalanları görürüm. Kulağımdaki kulaklıkta, bir ayrılık şarkısı çalar o sıra. Ve ben, bu hüzünü, ilk defa yaşıyormuşum gibi yaşarım. Geride bıraktıklarımı, "ben olmasam bu şehirde bir boşluk ya da birilerinde bir hüzün olur mu?" sorusunu, "bir gün gerçekten gidebilir miyim?" bilinmezini düşünürüm. Hiçbir zaman tam anlamıyla kopamayacağım bu şehre uzaklaşırken her saniye, dönmeyi özlerim...
Belki birgün, kimbilir, artık yaşanmaz hale gelen bu ülkeden, beni ben yapan sevdiğim herşeyden vazgeçer; o cesareti kendimde bulup, bir bavulu ardımda sürükleyerek, sessiz sessiz giderim...

Haziran/2008

Biz eğlenirsek...

Öylesine bir gündü sabah kalktığımda. Bilindik işleyiş olacaktı, günün rutininde. İşyerinde bekleyen evraklar, saçma sapan sorular, anlamsız gerginlikler. Kapıdan dışarı adımını attığında, öyle anlaşılmaz bir hızla oluyor ki herşey. Karmaşanın ortasına düşüyorsun. O karmaşadan biraz uzaklaşmak için; "Akşam toplanalım mı?" diyor arkadaşlar. "Toplanalım." diyoruz. Başka planları olanlar erteliyor, eve gidenler yoldan döndürülüyor. Birarada oluşumuzu engelleyecek tüm olumsuz durumlar, tek tek etkisiz hale getiriliyor.
Yemek yedikten sonra, İstiklal'in o kalabalığından fırsat bulmaya çalışarak, gideceğimiz yere varıyoruz. Küçük ve yeni bir yer burası. Bahçe bölümüne oturuyoruz. Erbani ve gitarımız, dahası, iki de solistimiz var. Yani mekandan tüm bu kıyaklar. E tabi ortamın olmazsa olmazı, bizim seslerimiz.
Türküler, şarkılar söyleniyor; halaylar, horonlar oynanıyor o ufacık yerde. Yan taraftaki mekandan bize eşlik edenlerde oluyor; şarkı, türkü seçimlerimize olan beğenisini sesli dile getirenlerde. Yeri geliyor sesimiz gür çıkıyor, yeri geliyor, sözleri unuttuğumuz için, soran bakışlarla birbirimize bakıp mırıldanıyoruz.
Doğrularımızla, yanlışlarımızla, kırgınlık, kızgınlıklarımızla; biz olarak, tam da ihtiyacımız olan şey olarak, eğleniyoruz. Geçmişten, bugünden, yarından herşey soluduğumuz havada, kimini unutarak, kimini anarak alıyoruz her nefesi. Güzel bir gece oluyor, tüm kötülükleri unutturan. "İnsanın eğlenmeye, meğer ne kadar ihtiyacı varmış?" dedirtecek kadar keyifli bir gece oluyor. Biz eğlenirsek, işte böyle oluyor...

Haziran/2008

6 Haziran 2008 Cuma

Keşke şimdi çocuk olabilseydik

Sezen Aksu'nun bir şarkısının sözlerinden bahsediyorduk Gülüş'le. Kelimelerin ne kadar güzel yanyana getirildiğinden, anlamlarındaki derinlikten. "Bu kadının içinde bir derya var." dedi Gülüş. "Yetenek işte." dedim bende.
Sonra aklıma ilkokul zamanlarının şu meşhur kitapları geldi. Biz ilkokul çağlarında o kitapları okuyamamış çocuklardık. Öğretmenlerimiz de dahil olmak üzere hiçkimse "kitap okuyun" dememişti bize. Kitaplardan bihaber geçirdim o yılları ben. Gülüş de benim gibiydi. Beğendiğimiz, doğru işler yaptığına inandığımız insanların ortak noktası bu olurdu. Hep bir şekilde öğrenirdik, o kitapları okuyarak büyüdüklerini. "Biz zamanında o kitapları okuyamadığımız için hayatın bu noktasındayız galiba." demiştim birgün. Sezen Aksu'dan konuşurken aklıma bu konu geldi işte. "O da bu kitapları okuyanlardandır kesin." dedim. "Zamanında evden bile kaçmış." dedi Gülüş. Zülfü Livaneli'nin "Sevdalım Hayat" kitabında anlattığı kendi kaçış öyküsü geldi aklıma. Ailesinin belirlediği önceliklerle kendi fikrindekiler çakışan, okul çağında bir çocuk olan Zülfü; yanına sadece kitaplarını ve onu gideceği yere ancak götürecek kadar yol parası alarak, başka bir şehre kaçıyordu. Ne cesaret. Biz o yaşlarda mahalleden dışarı çıkmıyorduk muhtemelen. "Bırak bunları yapmayı, böyle bir şeyi yapmayı düşündük mü bir kez olsun acaba?" diye sordu Gülüş. "Sanmıyorum." dedim.
Hayatında kitaplar olmadığı için, hayal dünyası gelişmemiş çocuklar olmuştuk. Bizim hayal dünyamız, oyun alanlarımızla sınırlıydı. O sınırları çocukluktan beri zorlayanlar, ya Sezen olmuştu, ya Zülfü.
Hani insan, öğrendiği bütün bilgilerle, hayata yeniden başlamak ister bazen. Daha donanımlı olarak, aynı yollardan geçmek ister. Keşke, öğrendiğimiz bunca şey ile, yeniden çocuk olabilseydik. Çocuk olup, hayata o gözlerle bakabilseydik...

Haziran/2008

5 Haziran 2008 Perşembe

Ağlamak güzeldir

Bir köşede gizlice ağlayacak kadar biriktirdiğin hüzünler, içini temizlemek için yaşlara dönüşüp süzülmüyorsa yanağından; en olmadık yerlerde kendini açık etmek, seni hazırlıksız yakalamak için bekliyorsa göz pınarlarında. Ya da hiç ağlayamıyorsan, olan onca şey karşısında. Artan bir tepkisizlik ve duygu yoksunluğuyla, bir duvara bakar gibi bakıyorsan yaşadıklarına. Ağlayamayınca anlıyorsun, nasıl kıymetlidir ağlayarak boşaltmak içindekileri. Nasıl da rahatlatır, yeniler seni ağlamak.
Bu duygu üzerinde, hiçbir hakimiyetinin olamadığı durumlarda var. Üzüntüde, kızgınlıkta, kırgınlıkta. Ve en çok da, sen kendini durgunlaştırmaya çalışırken, üstüne gelen sorularla, hıçkıra hıçkıra, gözlerin kızarıncaya kadar ağlamak. Birşey tartışırken, sinirlerinin artık dayanamadığı o vakit, sesinin titremeye başlaması, tartışmanın sebebinden bile daha sinir bozucu aslında. Ama her seferinde, yeniden olur aynı şeyler. Her seferinde kaçıp gitmek, bir kuytuda ağlamak isterken, kalabalıklara denk düşer gözyaşların.
Gözyaşının bir silah olarak kullanıldığını düşünenler ve gerçekten bunu bir silah olarak kullananlar, ağlamaya direnmek nasıldır bilirler mi acaba? Dudaklarını ısırmak, gözlerini başka yerlere kaçırmak, başka şeyler düşünmeye çalışmak, içinden defalarca "ağlamamalıyım" diye tekrarlamak. Ve elinden daha fazlası gelmediğinde, akan yaşları gizli gizli silmek.
Ağlarken kendini beğenmeyenlerdenim. Ama kendimi beğenmediğim için değil ağlarken kaçışlarım. Sevdiklerimin çaresizliği, sevmeyenlerimin sevinçleri olmamak için. Zorlandığım, canımın acıdığı o anların bile, "yine mi ağlıyorsun?" diyerek aşağılanmaması için.
Ağlamak güzeldir... Bazen zordur, bazen zorlar, zorda bırakır. Ama ağlamak güzeldir. Ve bunu sadece, içten ağlayanlar bilir...

Haziran/2008

3 Haziran 2008 Salı

Yalancı çoban

Hava güzeldi işten çıktığımda. Otobüse tıkılıp kalmak istemediğim için, eve yürümeye karar verdim. Taktım kulaklıklarımı kulağıma, trafikte sıkışıp kalmış onca araca nispet yapar gibi, geçip gittim yanlarından. Keyifle yürüdüğüm yol bitip, eve yaklaşınca, biryere uğramam gerektiği geldi aklıma. Oraya doğru yönelmişken, birşey uçuşup gelerek gözüme girdi. Gözümü ovuşturmaya başladım, tabi gözümde yaşarmaya. Yaşaran gözümden görebildiğim kadarıyla yürüyüp, uğrayacağım yere geldim. Gözümü silerek, birşey sormak için içeri girdim. Ben daha soru sormaya fırsat bulamadan, "birşey mi oldu?" diye sordu beni karşılayan bey, gözlerimi kastederek. "Gözüme birşey kaçtı da." dedim. "Hep öyle derler." dedi, gülümseyerek. "Benim durumum gerçekten öyle ama." dedim, ben de gülümseyerek.
Bir insana aynı şey için kaç defa güvenebilirsiniz? Ya da herkes, en azından ikinci bir şansı hak eder mi? Sizin de güveniniz çok mu kırılgandır yoksa, ben de olduğu gibi. Güvenim ve kalbim kırıldığında, ardıma bakmak bile gelmez içimden. Tamiri imkansız olur, aldığım hasarların. Daha doğrusu, olayın faillerinin gücü, bu hasarı onarmaya yetmez. Belki de yeter ama izin vermem ben bu tamirata. Kendim sararım yaralarımı, zamanla.
İzlediğim dizide anlatılan hikayede de böyle olmuştu. Adam, suçunu bilirken ve pişmanken, kadının koruma kalkanı olan soğukkanlılığına, çirkin yakıştırmalar yaptı. Suçuna ortak etmek istedi kadını. Ve dahası, yaptıklarından sonra, sanki sözünün güvenilecek bir yanı kalmış gibi, yeni sözler verip, yeni planlarla çıktı karşısına. Hiçbirşey olmamış gibi. Yalanlar söyleyip masum rolü yaptığı zamanların sonu gelip, gerçekler açığa çıktığında; bırakın masumiyetini, acısına bile inanmadı kimse. İçindeki yangın, çevresini kuşatmıştı. Ama o, yalancı çobandı; söylediklerine kimse inanmadı.

Haziran/2008

2 Haziran 2008 Pazartesi

Paylaşmak arttırır

Küçük kızın elinde, az ileriden alınmış patlamış mısır poşeti, arkasından gelen annesinin elinde, kıza ait bir küçük hırka, yanında anneannesi. Annesi patlamış mısır poşetine uzanıp, içinden biraz aldıktan sonra, "anneannene de ikram etsene kızım" diyor. "Anneanne alll" diyerek, gözleri mısırda uzatıyor poşeti küçük kız. Poşet ufak, mısır kolay alınmıyor içinden. Anneanne almaya çalışırken, küçük kız hafif tonda bir serzeniş seslendiriyor. "Çok çok almayın ama yaaaa" Annesinin uyarısı ve kendi nezaketiyle uzatıyor paketi ama belli ki, içinden geçen, yaptığı şey değil.
Çok küçük yaşlarımdan itibaren içimde varolan bir paylaşım duygusu var bende. Bu duyguyu empati yetisi destekledi ilerleyen yaşlarımda. Bana en çok zarar veren şeylerden biri de bu duygu oldu sanırım. Herneyse...
Yaz tatillerimi köyde geçirdiğim zamanlar, şehir merkezinden köye giderken abur cubur birşeyler alınırdı bana. Köyde uzun zaman kalınırdı bazen. Bakkal da, istediğin zaman şehire inme imkanı da yoktu. Bir poşette, kıyafetlerimin arasına koyar, saklardım alınanları. Eve gelen ilk çocuklu misafirle çıkarırdım ortaya, afiyetle yenirdi. Beraber yemenin verdiği keyfi, tek başına yemek vermezdi hiçbir zaman bana. Fındık zamanı, yemek vakitleri kalabalık olurdu sofralar. Kalabalığa kalmayayım, herkesin sofraya toplanmasını beklemeyeyim diye; "sen otur da ye" dediklerinde, küserdim hep. Sabah kahvaltılarına, saat çok erken diye kaldırmadıklarında küstüğüm gibi.
Ama takıntılı olduğum, vazgeçemeyeceğim şeylerde oldu tabi. Mesela kitaplarım... Kitap kampanyalarına, görev bilinciyle verdim hep kitaplarımı. Tabiki içimden gelerek ama yine de biraz hüzünle. Çok zamanlar önce, "sen kitabı okuyup bitirdiğinde, senin o kitapla işin bitmiştir." demişti bir arkadaşım. Öyle durumlarda bu cümle geldi hep aklıma.
Zaten asıl kıymetli olan, çoktan gözden çıkardıklarından sunmak değil, senin için de değeri olanlardan sunmakmış. Paylaşmanın değerini ancak o zaman anlarmış insan. Ben anladım...

Haziran/2008

30 Mayıs 2008 Cuma

İstanbul'da bir Mart günü...

Benim aksime, kapalı havaları seven Gülüş'e. Benden değil, İstanbul'dan :)

Gri bir gökyüzü var, mart ayının bu gününde. Sokağa çıkıp, az evvel dinen yağmurun ıslattığı sokaklardan geçiyorsun. Eski bir otobüsün cam kenarında, nereye gideceğini bilmeden evden çıktığın aklına geliyor. Hatta otobüse nasıl bindiğini de hatırlamıyorsun.
Bu cumartesi gününe, işe gideceğini sanarak başladın belki, belki de bu gün mesai vardı zaten. Peki Cumartesi miydi bugün? Otobüs diğer zamanlara nispeten boş. Cumartesi olması muhtemel.
Otobüsün son durağında indin. Buraya yağmur yağmamış ama hava alabildiğine kara bulutlarla kaplı. Sahile inip, sevdiğin bu havada yürüyorsun, sahil boyu. Rüzgar sert esiyor burada ve kimsecikler yok senden başka. İçindeki kalabalığa, en uygun yer burası olmalı.
Bir banka oturup denizi izliyorsun. Hava, senin için biçilmiş kaftan. Dalga sesi, rüzgar uğultusu buna eşlik ediyor. Bugün senin günün olmalı. Ki öyle, doğum günün bugün. Sabahın bu erken saatinde, yeni yaşına dair güzel dilekler içeren mesajlarla doldu telefonun. Geçen yaşına ihanetten yargılanacak kadar, vefasız o dilekler ve her yeni yaşla yinelenecek kadar inatçı. Ama yine de hepsi senin bugün. Birtek sen kendinin değilsin.
Olmasını istediklerin, gelmesini beklediklerin, yine tembel davrandılar geçen yıl. Ama sahip olduklarında öyle ki, ayrılmadılar bak yanından. Şimdi sana düşen, mukayeselerden kurtulmak. İşte yağmurda başladı. Herhangi bir gün, herhangi bir yerde, seni ıslatmasını istediğin yağmur, işte şimdi hediye oluyor sana. Bu yağmur, toprak kokusu duyulmayan ama taşı toprağı altın bu şehrin, sana hediyesi. Güle güle ıslan...

Mayıs/2008

Görünenin ardındaki

Bir komşumuzla ayaküstü sohbet ediyorduk tezgahta. O sırada, bizim sokağın tezgahçılarından biri, geçerken selam verdi komşumuza. Kısa bir hal-hatır sorma merasimi oldu. Ben katılmadım konuşmaya, merhabalaştık sadece. O kadın ile hiç konuşmuşluğum yoktu, olsun da istemezdim. Yüzünden riyakarlık akan, samimiyetsiz biriydi. Yapmacık tavırla canım-cicim konuşmalarına da, ayrıca sinir oluyordum.
Kadın gittikten sonra; "Ne kadar ukalasın. Diyorum inanmıyorsun, bak işte kanıtı." dedi komşumuz. "Bunun ukalalıkla ne alakası var. Sevmediğim birine, seviyormuşum gibi davranamam. Çok mecburiysem selam veririm işte böyle" dedim. "Hem bu konuda bana karışmayın artık. Herkesle konuşmak zorunda değilim ki!"
Yanındayken kendisiyle, iki adım öteye gidince yaptıkları ve yapmadıklarıyla yakinen ilgili bulunmak, midemi bulandırıyor. Bu yüzden ukala oluyor adım.
Lisedeki yakın arkadaşlarımdan biriyle, ilk zamanlar sinir olurduk birbirimize. Ortaokuldan birkaç arkadaşımla, lisede aynı okulda olmakla kalmamış, yeniden aynı sınıfta, aynı sırada okumaya başlamıştık. Arka sırada, bizimkilerin pek sıkı fıkı olduğu bir kız vardı. Boş derslerde arkaya döner, gırgır, şamata yaparlardı. Ben birşeyler karalardım kendi kendime. Mesafeliydim ona karşı, katılmazdım aralarına. Tanıştıktan sonra söylemişti, benim için her fırsatta "ukala" dediğini. Sonra tüm hayatının kapılarını açtı bu "ukala"ya. En iyi arkadaşlarından biri olmuştum.
İnsanlarla çoğu zaman geç iletişim kurarım, evet. İletişim konusunda, belki bilinçli, belki içgüdüsel bir geri planda kalma hali var bende. İnsan, bazı kişilik özelliklerini değiştiremiyor işte. Ve bu hal ile, yanıldığımda oldu, belki yanılttığımda. Ama hepsinde ben, yine aynı bendim. Farklı beklentiler ve karşılıklar sebepti yanılgılara, zamana göre değişen kişilikler değil. Belkide böyle olmaması gereklidir ama ben başka türlüsünü bilemedim.
Bu kadar yalana, kandırılmaya alışmış bir toplumda, bezen doğru, insanlara fazla gelir. Ve gerçek, sadece görmek isteyenlerindir.

Mayıs/2008

29 Mayıs 2008 Perşembe

Mektup demişken...

İlkokul zamanlarımda, Ankara'da okuyan bir akrabamız vardı. Yazları memlekette olmak, onunla daha güzel olurdu. Ablamdı... O küçücük yaşıma rağmen, herşeyi anlatırdı bana. Ailesinden sakladığı bir sevgilisi vardı. Sevgilisinin resmini yerleştirdiği, cüzdanındaki resim yerinin üstüne, bıyık karalaması yapmıştı. Resim çıkınca, garip bir karalama olup kalan bıyıkları, bir ben bilirdim mesela.
Yaz tatili bitip, ben İstanbul'a, o da Ankara'ya döndüğünde, mektuplaşmaya başlardık. Mektup, ilk o zaman dahil olmuştu hayatıma. Seviyordum ona mektup yazmayı, ondan gelen cevapları okumayı. Mektuplarımı arkadaşlarıyla birlikte okuduğunu yazardı. "Herkes çok beğeniyor yazdıklarını." derdi. Ben de, "yazdığım neyi beğeniyorlar?" diye düşünüp dururdum. Havadan, sudandı yazdıklarım. Ama yazım güzel olsun, anlattıklarım düzgün olsun diye uğraşılmıştı.
Mektubun hep farklı bir tadı olduğunu düşündüm ben. Size özeldi, sizin için yazılırdı. Bu yüzden, yarım saat mesafedeki arkadaşlarımdan alınmış mektuplarım da oldu; uzak yollardan gelen, sevgiliden alınmış mektuplarım da.
Rahmetli anneannemin sakladığı, annemin gönderdiği mektupları, her yaz tekrar okurdum, bıkmadan. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi. Yazılan kalemin kağıtta oluşturduğu ize, hatta ilkokuldayken, kurşun kalemle yazılmış o sayfaların hışırtısına hep hayran olmuştum.
Sakladığım tüm mektupları çıkardım dün akşam. Seçe seçe okudum, geçmişten kalanları. Bazen niye olduğunu bile anlamadığım onca şeye rağmen, geçmiş zaman tanıklarım mektuplara, o mektupların tanıklık ettiği yaşadıklarıma, iyi ki varsınız dedim...

Mayıs/2008

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Uzaklardan mektuplar...

2005 yılında, www.kardesinisec.com sitesinden bir kardeş seçmiştim kendime. Şırnak, Cizre'de yaşayan, sekiz çocuklu bir ailenin, en büyük çocuğu Çiya. Sitede sadece isimlerini ve şehirleri görebildiğimiz için, ismi dikkatimi çekmiş ve öyle karar vermiştim.
Kardeş seçtiğimi sitede belirtmemden sonra, bunu ona haber vermeye gelmişti iş. Önce ne yazacağımı bilememiştim. "Nasıl yaklaşılır?", "durumu nedir?", "ne ister?"; tüm bunlar nasıl sorulur karar verememiştim. Sonra içimden gelen herşeyi yazmaya, hergün konuştuğum biriymiş gibi, sormaya başladım öğrenmek istediklerimi. Sitede, "ilk mektupta birşey göndermeyin" diye özellikle belirtmelerine rağmen, bir paket çikolata yerleştirdim zarfa. Belki erirdi gidene kadar, belki mektup eline bile ulaşmazdı. Ama ulaşırsa, paketin içinden çıkan çikolatayla mutlu olur diye düşünüp, özenle yazdığım mektuba iliştirmiştim paketi. Sonra heyecanla cevabını beklemiştim.
"Hayatımda aldığım ilk mektup bu" diyordu, yamuk yumuk harfleriyle. Cevap mektubunu, birkaç hafta çantamda dolaştırdığımı hatırlıyorum. Hep kendim için düşündüğüm, "şartlar başka olsaydı, herşey başka olabilirdi." tezi, onun için de geçerliydi.
Maddi durumları olmadığı için, 3. sınıfta okuldan almak zorunda kalmış babası. Çocuğunu okula göndermeyenlere ceza verileceği için ise, yeniden göndermeye başlamış okula. Biz tanıştığımızda 5.sınıfa gidiyordu. Yaşından beklenmeyecek kadar ince düşünceli ve ifade yeteneği gelişmiş bir küçük kızdı Çiya. Ablası oldum... Bana abla derken ne kadar içten söylediğini, konuşurken ne kadar mutlu olduğunu bilen ablası oldum hemde.
En son görüşmemizin üzerinden ne kadar çok zaman geçtiğini farkettim dün. Ne kadar kaptırmıştım kendimi, kendi hayat gaileme. İşlerin rahatlığını da fırsat bilerek, sarıldım telefona. Sesi değişmişti, tanıyamadım telefonu açtığında. "Sen ne kadar büyümüşsün!" dedim. "Sesim değişmiş değil mi?" dedi gülerek. Annesinden, babasından, kardeşlerinden, bu sene bitireceği okuldan bahsettik. 8.sınıfı bitiriyordu bu sene. Şu OKS sınavı herkesin kabusu ya, "sen de giriyor musun?" diye sordum. "Hayır." dedi. Başvuru için gereken parayı, ancak son gün, geç saatte bulabilmiş babası; yetiştirememişler. "Okulları da gidip gezmiştik müdürle. Güzel yerlerdi ama olsun, kısmet böylesiymiş." dedi. Kısmet böylesi miydi??? Keşke daha önce aramış olsaydım.
Kitap oku dedim, bol bol. Bütün zamanını televizyon izleyerek geçirme. Ona gönderdiğim kitabı okuduğundan, hatta okuduktan sonra okulun kitaplığına verdiğinden, arkadaşlarının da okuduğundan bahsetti. Sevindim... Okuması kadar, paylaşmasına da.
O kalabalık ve maddi imkanları sınırlı ailenin, 17 yaşında evlendirilen kızı olmasın istiyorum Çiya. Hayalleri olsun, başka bir dünyaya kapı açmak için kendini zorlasın istiyorum. Geçen gün izlediğimiz "O... Çocukları" filminde vardı bu durum. Şu hayatta birilerinin, insanların çaresizliğinden, hayatın onlara sunduğu mecburiyetlerinden çıkar sağlıyor olması; o insanların, asıl bu halleriyle onlara yarar sağladığını düşünüyor olmaları ne acı. İstediğim şeyler, arada birkaç parça şey yollayıp, arayıp hal-hatır sormakla olmaz, biliyorum. Keşke daha fazlasını yapabilsem, keşke... Birileri "Dur!" demez mi artık, yanlış giden bunca şeye?

Mayıs/2008

27 Mayıs 2008 Salı

"İnsan değil, denklemim!"

Nasıl da karmakarışık oluyor herşey bir anda. En çok istediklerimiz bile nasıl manasızlaşıyor bazen. Hayat koca bir boşluk oluyor ve hiçbirşey yapmak istemiyor insan.
Bu başlık, bir kitaptan alıntı. Okurken çok yakın geldi bu cümle bana. Kendini tanımlamak için bu cümleyi kullanan karakter de, bana benziyordu biraz. Bana benziyordu, ben de o duyguları tanıyordum...
Size de olmuş mudur acaba? Başkasında gördüğünüz ve çok yakıştığını düşündüğünüz, sadece bu yüzden bile sevebileceğiniz bazı şeyler vardır. Bir durum, bir eşya, bir kıyafet; artık her ne ise o şey. Gördüğünüzde çok güzeldir ama kendinize yakıştıramazsınız, size uymayacağını bilirsiniz. Ama aynı zamanda olsun da istersiniz. Bu kararsızlık, aynı durumla her karşılaşmanızda yapışır yakanıza. Hep aynı şeyleri düşündürür size bu karşılaşmalar ve hiçbir sonuca varamazsınız. Ve o anda, herşey anlamsız gelmeye başlar, hayatınızın kilit noktasıymış gibi o şey.
Yakın dostları olan mutlu bir çiftin evliliğine hayran oluyor adam. Belki sadece bu yüzden evliliği düşünmeye başlıyor. Hayatına giren tüm kadınları ve onlardan biriyle olası bir evliliğin imkansızlığını düşünüyor. "Beni de böyle anlayan, böyle seven bir kadın olsa, evlenirdim." diyor, bir evliliği yürütemeyeceğini içten içe bilerek.
İsteklerini yapabilecekleri ile dengelemekte, yapamayacağını bildiklerini gizli gizli istemekte, var insan doğasında. Başını yastığa koyduğunda o isteklerini yaşatmak; kendi kendine, en olmayacak şeyleri bile oldu varsaymak var. Daha ne istediğini bile bilememek var sonra. İsteklerini çözememek var. İşte o hallerde, bu sözü ben de söyleyebilirim; "İnsan değil, denklemim!"

Mayıs/2008

26 Mayıs 2008 Pazartesi

2000'lerde çocuk olmak

Son zamanlarda sıkça rastladığımız, parklara konulan kondüsyon aletlerinin bulunduğu bölümden, bizim evin yakınlarındaki bir parka da yapılmış. Annem, "gidelim" deyip duruyordu ne zamandır. Cumartesi günü, bir fırsatını yakalayıp gittik beraber. Ayağımızı sürümüşüz gibi, gider gitmez kalabalıklaştı park.
Önce, bir grup genç geldi. Bir yandan kırıp, yıkmak adına gerekli birçok eylemi yaparken; diğer yandan, bize pişkin pişkin cevap verip, ayrıldılar parktan. Sonra bir hanım, annesi ve 10-11 yaşlarındaki oğluyla geldi. Küçük çocuklar gibi mızıldayan oğluna, "Biraz duralım annecim, birazdan gideceğiz." gibi gayet narin açıklamalar yaparken, herşey gayet normal görünüyordu. Çocuk sabrını zorlamaya başlayınca, "gözlerime baksana" tavrına dönüştü iş. Beni asıl şok eden şey de, o zaman oldu zaten. "Bakıyorum ama hiçbir b.k göremiyorum." dedi çocuk. Çok yakındık ve duymamış olmama imkan yoktu. Kulağımdaki kulaklıkların da katkısıyla, yüzümü başka yöne çevirip, duymamış gibi yaptım. Bir an, kendimi kadının yerinde düşündüm. Çok zor şey çocuk büyütmek.
Kendi çocukluğumdan hatırladığım dönemleri düşündüm. Bırakın "gözüme bak" sözünü dillendirmeyi, annem gözümüze baktığında, ne demek istediğini anlardık biz. Onlar bizi yetiştirirken, ne psikolojiden haberleri vardı, ne travmadan, ne de başka birşeyden. Bazen, "keşke şöyle yapsalardı." dediğim şeyler olmasına rağmen; kendini kontrol etmeyi, düşünebilmeyi, saygı gösterebilmeyi aşılayan bu çocuk büyütme tarzına, teşekkürü borç bileceğim hep.
Geçenlerde tezgahta otururken gördüğüm o küçük kız geldi sonra aklıma. Annesi, babası ve küçük kardeşiyle pazar gezmesine çıkmışlardı. Kardeşinin eline, paketini açıp, kağıt helva verdi babası. Kız durdu ve "Sana inanamıyorum. Sabahtan beri ne kadar çok şeyi karıştırıp yedi. Sana inanamıyorum." dedi. Bunu öyle bir tavırla söyledi ki, kendini görmesem, sesi de kendini belli etmese, benim yaşlarımda bir kız konuştu sanabilirdim. Halbuki 7-8 yaşlarındaydı bu kız.
Artık normal mi karşılamalıyız böyle şeyleri, yani ben de mi var bir problem bilmiyorum? Hala yadırgıyorum. Ve hala yadırgamanın doğru olduğunu düşünüyorum. "O yaşlarda çocuk olamayanlar, o yaşlarda saygıyı benliklerinin bir yerine yerleştiremeyenler, ileride ne olabilirler acaba?" diye düşünmeden de edemiyorum...

Mayıs/2008

23 Mayıs 2008 Cuma

İçimdekiler

Sevdiğim şiirlerden kendime ayırdığım cümleler gibi özel, ama aynı zamanda çok bilindik bu durum. Neleri özlüyorum şimdi ve neleri özleyecek kadar uzakta bırakmayı diliyorum, söylemek zor. Filmlere inanmak, şarkılarla içlenmek gereksiz. Ve bütün ihtimallerim, bir anda imkansıza dönüşecek kadar kadersiz.
Süslü cümlelerin ardına saklanmış hayal kırıklıkları, başlamadan bitenler ve yine aynı soru: "Niye?" Tesadüflerin perçinlediği yakınlık hissi, bu kadar rastlaşmaya garip anlamlar yüklemek ve ne yazık ki, "belki" demek. "Belki bu sefer?" "Belki bu, "o"dur?"
Sorular, sorular... Peki ya sonra? Sonrası koca bir hiç. Kendini inandırdıklarından vazgeçirme zamanı. Başka hikayelerin kahramanından vazgeçme zamanı. Esen rüzgarın bütün "belki"leri, bütün beklentileri alıp götürmesini beklemenin zamanı.
Doğru yer, doğru zaman yok. Doğru insan? Sanmıyorum... Başka diyarların hayali bile değiştirmez bu durumu, biliyorum. Ve bildiklerim, bana bile yetmiyorken bugün, içimdekileri gözlerimden okuyabileceğini sanıp, her fırsatta senden kaçınmak, birtek bana mahsus olabilir galiba. Sen bu durumun farkında bile olamasanda...

Mayıs/2008

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Çare mi?

Yaşadığımız her olay ile, başka başka duyguları tadıyor yüreğimiz. Tarifi yok aslında bazı duyguların. Sadece nafile bir çabamız var bizim, onları anlatmaya yönelik. Bazen bırakın anlatmayı, kendi içimizde bile adlandıramıyoruz yaşadığımız şeyleri.
Çok zamanlar sonra adlandırabildiğim şeyler geliyor aklıma benim de, düşündükçe. Bazen sabrıma, bazen hıncıma şaşırıyorum yaşananlar karşısında. Benim dışımda gelişen ama beni de yakından ilgilendiren bazı durumlar karşısındaki çaresizliğimi, yeni yeni farkediyorum ben.
Öyle şeyler oluyor ki bazen, bir bulunma halinden, bir anda tereddütten de öte, bir yabancılık hissine itiyor insanı, yaşadıkları. "Atsan atılmaz, satsan satılmaz." bir duruma getiriyor. Tepki versen büyütecek, sussan kabullenecek oluyorsun. Ve en çok bu hal can acıtıyor, biliyorsun. Sen de tepkilerini törpülemeyi deniyorsun, bu çare ise eğer. Ve bazen mecbur kalıyorsun tüm hatırladıklarına. Zaten en çok bu mecburiyetler yaralıyor şimdi.
Belki çaresizliğin en önemli tanımı değil hatırımdakiler ama bildiğin bir çaresizlik tanımı üstünden geçtiğim. Bu hallerimi bana hatırlatan ise bir fotoğraf karesi. Çenesini yasladığı elinin çevrelediği o minicik yüzü, önünden geçen çocuğun elindeki gofrete dönüktü. Yanında oturan kadının üzgün bakışları ise, çocuğun gözleri gofrete kilitlenmiş halinde. Bakışlarından belli ki, bir çaresizlikti yaşadığı. O kadar çok şey vardı ki bakışlarında. Üzüntü, suçluluk, korku...
Hepsi bir karmaşa içinde, gelip oturmuştu kadıncağızın yüreğine. Çaresizdi. Ve belki de en çok, hissettiklerini dillendiremediği içindi çaresizliği...

Mayıs/2008

20 Mayıs 2008 Salı

Yalnız Değilsiniz (?)

Bir duvara kocaman yazılmıştı bu cümle. Yalnız değildik, öyle diyordu. Sürekli böyle söylüyordu birileri ve bazen de biz fısıldıyorduk birilerine hevesle. Benzer şeylere üzülürken yalnız değildik. Benzer şeyler düşlerken, benzer şeyler için mücadele ederken. Ama inadına yalnızdık işte yine. En kocaman harflerle, koca koca duvarlara yazmış olsak bile. Öyle derinden ve kimi zaman öyle acıtıcıydı ki bu yalnızlık.
İstiklal'de bulunan şu meşhur kahve falı kafelerinden birine gitmiştik dün. "Çok kalabalıklar görüyorum etrafında ama kendi içinde yalnızsın." demişti çocuk, fincanı bile bırakıp, yüzüme bakarken. Yalnızdım yalnız olmasına da, bunu biri böyle yüzüme söyleyince pek hoş olmamıştı.
Adamakıllı konuşulabilecek arkadaşlarım, içimdekileri anlatırken çekinmediğim dostlarım olmasına rağmen, ailem yanımda olmasına rağmen yalnızdım. Bazen hepsini alt ederek su yüzüne çıkmayı başaran, azimli bir duygu bende yalnızlık. En kalabalıklarda, tek başına kalmayı istetecek kadar güçlü bir duygu aynı zamanda.
Yalnızlık doğuştan mı yerleşiyor içimize, yoksa bazılarımız daha mı yatkın oluyor yalnızlıklara? Kaç kişi var acaba bu duygulara ortak? Yalnızlığı içinizde taşıyorsanız eğer, her gittiğiniz yerde, bilin ki, artık siz de yalnız değilsiniz...

Mayıs/2008

16 Mayıs 2008 Cuma

Üç Kadın

Yeni umutlarla başlardık herşeye. Yeni bir aşka, yeni bir işe, yeni bir hayata. Ve birileri kırar, savurur, dağıtırdı o umutları. Ve bazen birileri, elbirliğiyle yapardı bunları.
Üç kadın...
Umutlarını kendi hikayeleri içinde kaybetmiş herbiri. Bir apartmanın üç komşusu. Hepsine öğretmiş hayat, kadın olmanın zorluğunu.

Giriş katında oturur biri. İki oğlu vardır, evliliğinin onbeşinci ve onyedinci yıllarında sahip olabildiği. Çok zor şartlarda yaşamış ve o çocukları da okutmuştur. Art arda önce annesini, sonra kocasını kaybeder kadın. Çocuklarından büyük olanı, babasının da vefatından sonra, dışarıya karşı kontrollü ama annesine karşı kontrolsüz davranışlar sergilemeye başlar.
Bu durum gün geçtikçe kötüleşir. Ve kadın, dayak yemeye başlar evladından. Kimseye söyleyemez, yardım isteyemez önceleri. Çünkü dayak yemekten daha ağırı, evladının böyle bir şeyi yaptığını söylemektir. O yüzden, gözünün morarmasını "çarptım", kolunun morarmasını "düştüm" diyerek geçiştirir bir süre. Ta ki bir gün, bu durum saklayamayacağı bir boyuta ulaşana kadar...

Üst katında oturmaktadır diğeri. Çok büyük bir aşkla evlenmiştir birkaç yıl evvel. İki de kızı olmuştur. Kayınvalidesiyle hiç anlaşamamışlardır, bu geçen süre içerisinde. Kayınvalide, evde öyle bir otorite kurar ki, çocuklar üzerinde bile söz hakkı kalmaz genç kadının. Sorunlar dayanamayacağı bir noktaya gelince, ailesine açar konuyu. Annesine anlatır, annesi de babasına. Ve bir gün, eve geri dönmek istediğini söyler, gururunu hiçe sayarak. "Çocuklarını bırakırsan gel." der babası. Üzerinde ne kadar söz hakkı olmasa da, candır, evlattır; bırakmaz çocuklarını. Boynunu eğip, yaşadıklarına katlanmaya mahkum eder kendini.

Üst katında oturur bir diğeri. Yalnızdır. Seneler evvel, çocuğu olmadığı için terketmiştir eşi çünkü. Ardında bıraktığını önemsemeden de evlenmiştir vakit kaybetmeksizin. Ve kadın, üç sokak ötede oturan, üç çocuklu bu aile ile karşılaşmak zorunda kalır zaman zaman. Ve hep eksik hisseder kendini. Ve bazen, arsızca üzerine dikilen bakışlar eşlik eder bu hisse.

Bir araya geldiklerinde, görünen haller dışında, içinden geçenleri anlatmaya yanaşmaz kimse. Anlaşmasız bir sessizlik hakimdir, bu konulara dokununca konuşmalar.
Susarlar, nasıl bu noktaya vardığını bilmedikleri hayatlarının sırlarını saklarken. Susarlar, mutsuzluklarına kahkahalardan maskeler takarken. Susarlar, aralık kapılarını birer birer yüzlerine kapatanlara, yalnız bırakanlara, acılarına alaycı kahkahalar atanlara. Susarlar, onların suskunluklarıyla vicdanlarını rahatlatanlara.
Bilirler aslında, ne zordur kadın olmak. Ama bu kadarını tahmin bile etmemişlerdir. Ve ellerinden sadece, bir sabah, başka bir güne uyanmayı dilemek gelir...

Mayıs/2008

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Anneler Günü

Mayıs ayının bir günüydü ve haftasonuydu. Anneannemi yeni kaybetmiştik. Tezgahı açıp eve geldiğimde, kahvaltı etmek için oturduğu masada, önünde annesinin fotoğrafı, ağlarken bulmuştum annemi. Ve ben, o an, hiç almamış olmayı dilediğim bir buket çiçekle, kalakalmıştım odanın kapısında. Anneler günüydü ve ben, anneme, gelirken kokusuna bayıldığım o çiçekleri almıştım. Onun ise annesi olmadan geçirdiği ilk anneler günüydü. Ve o an anladım ki, o çiçekler, annemi sadece daha çok ağlatmaya yarayacaktı.
İnsanın hiç unutamayacağı anlar vardır ya hani, bir resim gibi hafızasında çivili. İşte her anneler gününde, o resim tazelenir hafızamda. Ve sonra hep pişmanlıklar, kendi kendine verilen sözler. Yeniden ve yenilenerek verilen ve belki de çoğu zaman koşuşturmacalar içinde unutulan sözler.
Yoğun geçen hayat temposu içinde tükettiğim sabrım, hep taşma noktasında oluyor eve vardığımda. Bazen o kadar tahammülsüz oluyorum ki, en ufak sese dahi tepki veriyorum. Böyle zamanların tepkilerini hep annem çekiyor nedense.
Anneler gününde, elimde bir fotoğraf bir köşede oturup ağlayacağım zamanlar gelmeden, çok geç olmadan, verdiğim sözlere sadık olma vaktidir bundan gayrı. Daha sabırlı, daha duyarlı, olunması gereken her ne varsa hepsinin dahası olabilmek için, şimdiden tezi yok, yenilemeliyim kendimi.
Annenin kaderi kızına çeyiz midir bilemem ama ondan almak isterim ben, hayat karşısındaki cesaretimi. Ve zaman zaman çatışsakta, yine ona ifade edebilmektir derdim, kendimi...

Mayıs/2008

8 Mayıs 2008 Perşembe

Okulumuzu geri istiyoruz!

Ne kadar kolay yıkmak, dağıtmak, harcamak. Ve maalesef ne kadar kolay, çıkarlar söz konusu olduğunda, bunları sıkılmadan yapmak. Bazen aklım almıyor bu kadar kötü niyeti. "İnsanlar en fazla ne kadar kötülük düşünebilir ki?" diyorum. Daha güzel bir dünyaya inanmak istiyorum. Sonra her seferinde, bırakmayı düşlediğim yerden alıyorum yine savaş kılıçlarımı. Bakmayın öyle kılıç filan dediğime. Savaştığımız zihniyetler aslında.
Tarihimizi parça parça yok ederek, paraya dönüştürmeye hevesli; küçük hesapları, büyük oyunlara dönüştürmeye çalışan zihniyetlere savaş bu. Gerekçeli, gerekli bir savaş ama.
Tahta merdivenlerinde atılan her adımda çıkan seslere aşina kulaklarımız, tenefüslerinde banklarda oturup denizi izlemeye aşina gözlerimiz ve öğrendiklerine yenilerini ekleyerek, kendi doğrularını maharetle anlatmayı bilen dudaklarımız, bu zihniyete üç maymunu oynamayacaklar.
Gördüğümüz bu yanlışın; bizi, okulumuzu, tarihimizi hiçe sayarak söylediklerinizin, her daim karşısında olacağız. Ta ki siz, kafanızı gömdüğünüz o kumdan çıkarıncaya kadar. Ve biz, o binanın yeniden okul olarak kullanıma açıldığını görünceye, ilk ders zilini duyuncaya kadar devam edeceğiz.
Belki inanmayacaksınız, belki önemsemeyeceksiniz bugünlerde bizi. Ama birgün, siz bile çok şaşıracaksınız!...

Mayıs/2008

8 Nisan 2008 Salı

Bir hastane koridorunda

Gözlerim ağrıyor uzun zamandır. Ağrıyı duyumsadığımda, kapatıyorum gözlerimi ve ağrının tam olarak nerede olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Çok garip bir ağrı bu. Bazen yoğunlukla gözlerime baskı uygulayan ve başıma vuran, bazen gözüme bir şey dokunuyormuş gibi kısa süreli, bazen de sızı gibi sürekli.
Gözlerim için gittiğim doktor muayenelerinden birşey çıkmayınca, beni nörolojiye yönlendirdi en son muayene eden doktor. Nihayetinde kendimi bir hastanenin nöroloji bölümünde buldum. Doktor hanım "kronik yorgunluk" teşhisi koydu yüzüme bakarak. Bir antidepresan ve bir ağrı kesiciyle çözdü işi kendince. Kendince diyorum çünkü, ben sürekli ilaç kullanmak istemediğim için ağrının nedenini öğrenmeye çalışıyordum. Oysa yine bir ağrı kesici çözümü önerilmişti bana. Antidepresandan hiç söz etmiyorum bile, kullanmayı düşünmediğim için.
Koridorda sıramı beklerken, iki hanım ile birlikte, yaşlı bir amca geldi. Amca ile hanımlardan biri yanımdaki boş yerlere oturdular, diğer hanım ise odanın kapısında beklemeye başladı. O sırada amca; "neyi bekliyoruz?" diye sordu. Yanımdaki hanım; "Önce kayıt yaptıralım, ondan sonra çağıracaklar." dedi.
Muayene için önce randevu alınıyor, sonra hastane girişinden barkod alınıyordu. Bunları biliyordum ama bölüm içinde tekrar kayıt yapıldığından haberim yoktu. "Burada tekrar kayıt mı yapılıyor?" diye sorduğumda, yanımdaki hanım, kafasını "hayır" anlamında salladı. Ben de daha fazla üstelemedim.
Ayakta olan hanım girdi odaya önce. Biraz zaman sonra çıkıp amca ile diğer hanımı içeri çağırdı, kendi çıktı. "Babam alzheimer hastası. Durumunu onun yanında anlatmak istemiyoruz doktora. O yüzden birimiz önce girip konuşuyoruz, sonra içeri alıyoruz onu." dedi. "Geçmiş olsun" diyebildim sadece, hanım da teşekkür ederek içeri girdi tekrar.
Saklı kalması gereken ya da öyle olmasını istediğimiz bir şeyler olurdu hep. Bazen bir hastane odasını, bazen bir defter arasını, bazen kaçırılan bakışları mesken ederdik saklananlara. "Hastalık" dediğimiz şey de, vücudumuzun sakladıklarından meydana gelmez miydi zaten?

Nisan/2008

2 Nisan 2008 Çarşamba

Birinin gözü yollarda, birinin kendisi...

Şimdi sen, bir tren garında ya da bir otobüsün cam kenarındasın. Belki bulunmak istemediğin bir yerden ayrılıyorsun, belki de mecburi bir ayrılığın arifesindesin. Hatırlamak istemediğin anılara sakladın geride bıraktıklarını ya da sen oldun anılarda bile hatırlanmak istenmeyen.
İşte bu yüzden, yeni yollar çizip kendine, yeni hayatlarla rastlaşmak ve belki de, bazılarında sağlam yerler bulmak için geliyorsun. Hatalarından ders almış ama aynı hataları yapması muhtemel; iyi niyetlerini kurban ettiği zamanlardan alacaklı ama nedense, birilerine, birşeylere hep borçlu bir yolcusun şimdi.
Tanımıyorum seni, belki de hiç tanımayacağım. Bir gün yürüdüğüm yolda yanımdan geçen biri olacaksın, başka bir gün de kaçırdığım otobüste giden yolculardan biri. Bazen de farklı zamanlarda, aynı masalarda oturmuş olacağız; aynı manzaraya bakıp, benzer şeyler düşlerken.
Sadece bir ihtimal ya tanışmam seninle ve bir tarifin yok ya hani; o yüzden sana anlamlar yüklemek çok kolay. İstersem en sevilesi, en ulaşılmaz olursun sen. İstersem en bunaltıcı, en anlaşılmaz. Hem hiçbir zamanda okuyamayacağın için bu satırları, benim de hiçbir sorumluluğum nasılsa olmaz. Hep düşlediğim o sorumsuz tavırları takınacağım sana yazarken. Ve alaycı, vicdan yoksunu biri olarak seveceğim seni; çok seveceğim ama. Sevgimden görmeyecek dünyayı gözüm. Kelimelerle anlatmayacak, bir koruma kalkanı oluşturacağım gerektiğinde.
Yanlışları düzeltilmiş, bazı doğrularının anlamları değiştirilmiş biri olurum ben de. Başka bir kimlik, yeni özellikler, yeni alışkanlıklar edinirim. Çünkü senin gibi yalnız bir yolculuktayım bende nicedir. Bazen mutlu, bazen umutlu, çokça da suskun ve durgunum. Suskunluğumu bozmak, içimdekileri anlatmak ister miyim bilmiyorum. Ne zaman kendimi anlatsam birine, ya üzüldüm, ya üzdüm. Bu sefer kimseye zarar vermeden anlatabilir miyim diye tereddütüm.
Oysa düşünmek yok konu sen olunca, hesap etmek yok. Akıntıda sürüklenen herhangi bir nesne olacağım ben. Ya da hiçbirşey olmayacak. Sen hiç gelmeyeceksin, her nerdeysen. Değil aynı yollardan geçmek, aynı şehirde bile olmayacağız belki. Belki de bütün yolculuklar hayal. Aynı şehrin büyüttüklerindeniz biz.
Arıyor muyum seni? Hayır aramıyorum. Bekliyor muyum peki? Beklemiyorum da. Sadece, giderek düşlediklerimin daha da uzağında olan insanlarla karşılaşmak, ümitsiz yapıyor beni. Ve sanıyorum ki, hiç bulamayacağız birbirimizi...

Nisan/2008

31 Mart 2008 Pazartesi

İyi ki Doğdun Aysuniçkimi...

Yaşın kadar mumu almadığında pastalar ya da sen o kadar muma ihtiyaç duymadığında; yaşlara değil, yaşanacaklara önem vermenin değerini anladığın aşikardır. Yaşadığın güzel şeyleri kalbinde, seni üzenleri heybende taşıyarak devam edeceğin; sevgilerin, mutlulukların seni hiç terk etmeyeceği güzel yarınlara gittiğin yolda, bu birkaç satır da benden sana armağandır...

Anılarında saklanan en sevdiğin zamanlar kadar seçkin,
Yaşaması, en az hatırlaması kadar keyifli,
Sebepsiz, halel gelmemiş sevinçler barındıran,
Ulaşamam sandıklarına bile giden yollar bulunduran,
Nedenlerin mercimek tanesi kadar küçük, çarelerin denizler kadar sonsuz olduğu nice mutlu yaşlara. Doğum günün kutlu olsun...

Mart/2008

30 Mart 2008 Pazar

Avucumuzda sadece çizgiler var...

Avucumu açıp içindeki çizgilere baktım, kalem tutmaktan yorulmuş elimi dinlendirirken. Çocukken canım sıkıldığında, o çizgilerin üzerinden tükenmez kalemle geçerdim. Sonra da çıkartmak için uğraşır dururdum. Her tarafı cepli kırmızı bir montum vardı. Ceplerinden birinde hep bir kalem olurdu. O montun cepleri, kalemlerin akan mürekkeplerinden koyu koyu lekelerle dolmuştu. Yine severdim o halini de.
Çizgilere baktım tekrar. Bu çizgilerin neresinde ayrılıklar, neresinde başlangıçlar vardı? Ben hangi çizgileri belirgin yapmak için üstünden geçerdim acaba?
Bir bahçe duvarına, beyaz bir tebeşirle üç tane şekil çizdi genç adam. En alttaki yarım bir daireydi. Onun üstündeki, diğerinin başlangıç ve bitişiyle denk gelen, daha küçük bir yarım daireydi. En üstteki ise, yine aynı başlangıç ve bitiş noktalarına paralel, düz bir çizgiydi.
-"Bu" dedi, en alttaki yarım daireyi işaret ederek; "benim çocukluğum. Çok şey yaşadım ama çok çabuk geçti." Bir elinin işaret parmağıyla başlangıcı, diğeriyle bitişi hizalamıştı. "Bu" dedi, bir üstteki yarım daireyi işaret ederek; "gençliğim. Hiç yaşlanmayacağımı sandığım zamanlarım. Çocukluğuma oranla, kendime ait daha az şey yaşayacağım zamanlarım. Ve yine çok kısa." Sağ işaret parmağı, en üstteki çizgi boyu gezindi sonra. "Ve bu da" dedi; "yaşlılığım. O da hepsinden daha kısa. Gerçekten kısa."
-"Tıpkı avucumuzdaki çizgilerimize benziyorlar değil mi?" diye sordu; arkasında durup, şaşkın şakın olanları izleyen sevgilisine. Sonra avucunu açıp, sanki tozluymuş gibi temizleyerek uzattı ona doğru. "Sen ne görüyorsun burada?" dedi, olayın hiç çaba sarfetmeden istediği noktaya nasıl geldiğini anlamayan sevgilisine. Kız bir an gözlerine baktı genç adamın, ne olduğunu anlamak için. Tereddütünü farkeden genç adam, "Hadi başlasana" dedi, hiç sevmediği şımarık bir tavırla. O an sağ elinin yüzük parmağına uzandı genç kız ve "ne görüyorum bilmiyorum ama ne görmediğimi biliyorum; kendimi." diyerek, çıkardığı yüzüğü açık duran avucuna bıraktı. Bir de parmaklarını kapatıp avucunun içinde kalmasını sağlasa, tam film karelerindeki gibi olacağını düşündü. Sonra böyle bir durumda bunu düşündüğü için kendine kızdı.
Bir kahkaha attı genç adam,
-"İşte bunu biliyordum." dedi. Elindeki yüzüğün ağırlığını ölçmeye çalışırmış gibi avucunda tutarken. Sadece ne zamandan beri planladığın konusunda bir fikrim yoktu. Onu da şimdi senden duymayı planlıyorum. En azından bu kadarını hak ediyorumdur herhalde." dedi.
-"Sen benden daha iyilerini hak ediyorsun." dedi genç kız; aynı anda bunun ne kadar ucuz bir cümle olduğunu ve ne kadar umursamazca söylediğini farkederek. Bir kahkaha sesi daha duyuldu.
-"Bunu daha aşağılayıcı bir tavırla söyleyebiliyor musun peki?" dedi genç adam. Karanlığa ve attığı kahkahalara rağmen, sokak lambasının ışığında parlayan gözyaşlarını gördü genç kız.
-"İnan böyle olsun istemedim. Seninle herşeye yeniden başlayacaktım ben, bunu umdum hep. Ama olmadı. Seni hep bir başkasıyla, unutulamayan bir aşkla kıyaslamak ve bunun geçici birşey olmadığını anlamak benim içinde yeni bir durum. Senin bu durumu hak etmediğini biliyorum, tıpkı benim de bu durumu kaldıramayacağımı bildiğim gibi. Seni kandırdığımı düşünüyorsun belki ama ben kendimi kandırmışım bunca zaman. Biliyorsun biz seninle hiç kavga etmedik, hatta tartışmadık bile; son bir hafta dışında. Olayların akışına öyle bir bırakmıştım ki kendimi, bana ait olan hiçbir özelliğimi yansıtamaz olmuştum. İlk zamanlar değiştim sanmıştım ama şimdi anlıyorum; itiraza, karşı duruşa, kendimi anlatmaya mecalim olmadığını. Son zamanlardaki halim, kendini salmış birinin aynayla karşılaşması gibiydi. Kendi açımdan baktığımda, affedilecek bir şey yaptım mı bilmiyorum. Senin tarafından bakınca da, beni affedip affedemeyeceğini. Ama bil ki, tüm içtenliğimle, üzüntülerin için senden af diliyorum. Bu akşam söylediklerin işi bu noktaya getirdi ve bir yol açtı söyleyeceklerim için. Ve şimdi o yoldan, hayatından çıkıp gideceğim. Umarım yokluğum, varlığımdan daha çok mutlu eder seni. Umarım bir gün, beni kötü hatırlamayacağın günlerin olur. Hoşçakal." dedi ve gitti.
Genç kızın arkasında uzayan gölgesine baktı genç adam, boş sokakta tıkırdayan topuk seslerini dinledi ve sokak ıssızlaştı sonra. Kendisiyle kaldığında, ortada olan yarım dairede gezindirdi parmaklarını.
-"Biliyordum hep bunu, ta en başından beri. Sana olan sevgim, bildiğim sonu değiştirir sanmıştım; halbuki sadece geciktirmiş. İşte gittin... Ve ben, hayattan çaldığımız tüm zamanları, yalnızca kendime hediye ettim." dedi.
"Alışmak zaman alacak ama unutmak ???" diye yazdı duvara; yüzüğü de yazının bitimine denk gelen kovuğa bırakıp, arkasına bakmadan uzaklaştı hayallerinden. Geride ise duvara çizdiği hayat çizgileri kaldı. Ve bir de genç adamın, kızın yokluğunu okuduğu avucundaki çizgiler...

Mart/2008

28 Mart 2008 Cuma

Renklerin dili

Gülün, mendilin renklerine anlamlar yükledi insanoğlu. Kendisi konuşamadığında tercüman etti hislerine. Aşk dediler kimisine, kimisine ayrılık, kimine hasret. İstiyorlar ki, kokusu bile olmayan kırmızı güller, aşkı anlatsın sevdiklerine. Galiba koklamadığın sürece aşktı kırmızı güller. Ya da gülü tercüman saydıkları, sadece görüntüye olan aşklarıydı. Ancak bu durumda mantığıyla çelişmez yaptıkları.
Çiçeklerin manidar renkleri gibi, insanları da anlatan ya da insanların vazgeçemediği renkler vardır. Ben mavi ve yeşile delicesine bağlanmışımdır. Özellikle de mavi. Huzur verir bana, mutluluk verir. Gökyüzünü, denizi hatırlatır. Tabi onlarda özgürlüğü duyumsatır içimde. Acaba maviyi gökyüzüyle mi sevdim ben, yoksa gökyüzüne mavi ile mi tutkun oldum? Kaynağını bile bilmediğim kadar uzun zamandır seviyorum maviyi ben. En sıkıntılı zamanlarımda bile gözlerimi göğe kaldırıp, o mavi görmeyi isteyecek kadar tutkun ve bu durumdan oldukça memnunum.
Geçmiş zamanlarda, benim bu renklere olan beğenimi bilen biri bir kıyas yapmıştı. "Yeşil seni hüzünlü gösteriyor, mavi ışıltılı." demişti. Belki de yeşilin, onun söylediği gibi hüzünlü yanımı açık eden bir tarafı vardı. Ama ben vazgeçmedim hiç sevmekten, kendimi bu renklerle ifade etmekten. Memleketimin rengi yeşil, aslımın olduğu yerin rengi. Çocukluğumdan beri içinde olduğum, içimde olandı.
Renkler kandırdı çoğu zaman, kararsız kaldığımda ya da hiçbir beğenim olmadığımda. Tıpkı denizi her gördüğümde, her yeşile baktığımda yaşama kandığım gibi...

Mart/2008

25 Mart 2008 Salı

Korkak

Ne karanlık korkum oldu bugüne kadar, ne yalnızlık, ne yükseklik. Küçükken bile evde tek başına kalabilirdim, gece de olsa. Hep küçük şeylerden korktum ben, olabilmesi mümkün kötü şeylerden. Biraz da evhamlı halimin sonucu sanırım bu. Ve örtbas edebileceğim şeyler oldu hepsi.
Kim nereden bilsin, bagaj kapısı açık arabaların yanından geçerken, kapı kapanırken farketmeden başıma çarpar diye korktuğumu. Ya da kıl payı kurtulunmuş kimi şeylerin olması durumunda, yaşanacakları düşündükçe kapıldığım endişeleri.
Olabilmesi muhtemel yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kötü ihtimal varken, bunlardan bazılarını sürekli düşünüp, derin bir endişe içinde olmak; karanlıktan korkmaktan bile beterdir kimi zaman. Daha keskin, sınırları belli şeyler olsaydı korktuklarım. Daha belirgin, daha anlaşılabilir, anlatılabilir. Kısmen de olsa, öyle korkularım da var aslında. Haksızlık yapmaktan, vicdanımdan, başkalarını rahatsız ediyor olmaktan korkmam gibi. Kaybetme korkum da oldu zaman zaman; sevdiğim bir dostu, ailemi, arkadaşlarımı. Ama onsuz olmaktan korktuğum bir sevgilim olmadı hiç benim. Ya çok sevmiştim ama ilişki bu korkuyu yaşayacak kadar uzun olmamıştı. Ya da ilişki uzundu ama bu korkuyu duymayı gerektirecek sevgi olmamıştı.
Ve yaşamaktan korktum çoğu zaman, bazı şeylerin ardından gidebilecek cesaretim olmadı. Konuşmaktan bile korktum bazen, sinirime yenildiğimde kalp kırmamak için.
Ben olmaktan korkmadım ama hiç ve kendimi tanımaktan, yüzleşmekten. Beğendiklerimi, sevmediklerimi dile getirmekten. Doğru bildiğimi söylemekten, onlarla yaşamaya çalışmaktan. Korkularım bile içimde bir cesaret biriktirdi. Belki bir gün bir yerde, bakarsınız biriktirdikleriyle alevlenir, yanar kül olur korkularım. Daha cesur ve dirençli, yaşamaya yeniden başlarım...

Mart/2008

24 Mart 2008 Pazartesi

Aşk varsa eğer...

Bilmediğimdin sen, bilemediğimdin. Hiç değişmedi sana ait tanımlamalarım. Mekanlar, zaman, insanlar hatta ben bile değiştim. O günlerden içimde kalan bilinmezlik hiç değişmedi.
Seninle birlikte, bir kutuya koyup kaldırdım aşka olan inancımı, seneler evvel. Ve o günden beri, ömrümüz boyunca aşka sadece bir defa rastlayabileceğimize inandım. Belki de işin aslı, benim bünyemde, aşkın etkisini gösterebileceği en muhtemel yaşların, çocuk sayılabileceğim o zamanlara rastlamasıydı.
Sevmiştim seni, hak edip etmediğini bile bilmeden, düşünmeden. Hala bilmiyorum gerçekten sevmiş miydin sen de beni. Yanlış bir seçimdin, bunu biliyorum bak. Biraz daha dikkatle ve anlamak isteyerek baksaydım sana, çözebilirdim elbet. Olmazları görmezden gelmeyi seçmiştim ben. Gerçi diyorum ya, olura-olmaza kafa yoracak kadar bilincinde değildim kendimin, sana tutulduğumda. Yine de adına aşk dediğim yegane şeye yanlış demek içime sinmiyor.
Ne kırgınlık, ne kızgınlık var içimde, sana karşı. Hazmedilmiş bir ayrılığın ya da terkedilişin etkisinden belki de. Şimdi sen, "zaten yıllar sonra hala ne kızgınlığı?" diyebilirsin. Yürek, seneler geçse de gideni, acı çektireni unutmuyor. Aslında kimseyi unutmuyor ve viraneye dönüyor, biriktirdiklerinin ağırlığından. Farklı yerlere kaldırmış oluyor anılarını. Tıpkı seni yeniden hatırlatan o tozlu kutu gibi.
Aşk varsa eğer ve hissettiklerimin adı aşksa, o bir tek sen olabilmiştin. Yalan-yanlış ya da çocuk aklı, yani bahanelerim ve sen, hiçbirşey bu durumu değiştirmiyor. Yürek, acı çektireni daha mı çok seviyor?

Mart/2008

21 Mart 2008 Cuma

Günün en güzel vakti...

Yağmur yağıyor...Bilirsin ben sevmem yağmuru. Tek sevdiğim yanı bitişidir. Ben yağmur sonralarını severim en çok. Yerler kurumaya yüz tutmuştur, etraf toprak kokar ve güneş, usul usul gün yüzüne çıkar. Kirinden, pasından arınmış bir ikindi sunar duyularımıza. "Neden ikindi?" diye sorma. Sebebini bilmediğim bir ikindi tutkum var. Belki de bende bütün başlangıçlar, bir ikindi vaktine rastlar. Ya da öyle yakıştırmışımdır, kimbilir.
Okul döneminde bütün yaz tatillerimi köyde geçirdim ben. Orada akşam üzerleri, yemek yerine çay içilirdi. Ve nedense bu, bütün yemeklerden daha güzel gelirdi. Ya da gözümün görebildiği kadar uzaklıkta yükselen orman ağaçlarında, yağan yağmuru seçebilmeye çalışmak, henüz kararmamışken hava.
Gün henüz bitmemiştir ama yorgunluklardan arınır, bir rahatlama yayılır ikindi vakitleri. Hele de mevsimlerden bahar ya da yazsa; değmeyin işte o zaman, keyfime de, bana da...

Mart/2008

20 Mart 2008 Perşembe

İstanbul...

Karmaşanın, kaygının, delik deşik sokakların, kalabalığın ve yalnızlığın şehri İstanbul. Burada geçmeseydi hayatım, bir misafir olarak gelmiş olsaydım mesela sana, yine bu kadar sever, alışabilir miydim acaba?
Öyle çok şey var ki sende, bana ait. Çocukken gözüme büyük görünen, düştüğüm o duvar, sevdiğim insanlar, eski sevdalar, sevda sanılan yanılsamalar. Dostlar, arkadaşlar, okuduğum okullar...
Çok sevdim ben seni, sen de içime işledin benim. Dilediğimde kuytu bir köşe, dilediğimde kalabalığını en yoğun şekliyle sundun bana. Sokaklarında yürümeyi, deniz kenarlarında gezinmeyi; vapurla, motorla denize seyre dalarak karşıya geçmeyi, rüzgarını tenimde hissetmeyi, koyu mavi akşam üzerlerini, bilinmeyenlerini milim milim öğrenmeyi sevdim ben.
Belki çoğu kişi bilmez ama mesafenin şehrisin sen. Büyüklüğün, tıklım tıklım trafiğin değil seni bu tanıma yakıştıran. Hani herkesin ortak bir tanımı var senin için. Yok eder, yutarsın ya herkesi. İşte tam da bu yüzden mesafenin şehrisin sen. Yaşarken doyasıya seni, başı dönebilir insanın. Kaptırabilir kendini sana, içinde hızla akıp giden hayata. Kaybedebilir iradesini, sürüklenebilir yetişilemeyen yaşam hızınla. Kontrollü, mesafeli durabilmek; kendini tamamen teslim etmemek gerek sana. Yalnızca kaybolmayı istediğinde kaybolabilecek, gerektiğinde de soyutlayabilecek olmak gerek kendini o kalabalıklardan.
Benim şehrimsin sen, benim gibisin. Yağmurlu, karlı, puslu havaların hiç çekilmez. Güneşli, mavi gökyüzünün seyrine doyum olmaz, insanın aklını çeler. Kararlarım da sendedir, beni arafta bırakan ama beni anlatan kararsızlıklarımda. Kendimi bildiğimden beri, her yolculuğum sende bittiğinde daha da güzelleşir. Yolların, tabelaların, otobüslerin, dükkanların tanıdıktır. Ve eskilerden gelen bir tanıdıklığın birikimini de taşır herşey.
Kocaman bir şehirsin sen ve içinde bir nokta kadar küçük kalan ben. Bir yerden bir yere gitmek, şehirlerarası yolculuklar kadar zaman alsa da ve yorsa da çoğu zaman; sabrımızı sınasan, zorlasan da her an, yine de kopmak, silip atmak mümkün değil seni aklımdan. Sevilen, yokluğunda özlenen, zorlayan, zorluklarına alışılansın. Bazen unutsam da, kaçıp gitmek istesem de buralardan, içimde bir yer çok iyi bilir, yaşamayı istediğim yerdir bu şehir. Ey ömrüm, başladığın yerdi İstanbul, dilerim sen yine burada son bul...

Mart/2008

18 Mart 2008 Salı

Ya büyürsem?

Küçüktük... Mahalle araları, parklar, bütün oyun malzemeleri ve bütün zamanlar bizimdi. Renkliydi, keyifliydi. Büyüdük...Adımıza düzenlenen belgeler ve bize ait olduğunu sandığımız bir hayatımız oldu. Aslında bize ait olan hiçbirşey kalmamıştı. Kaybettik zamanları ve ardından koşturduk tasalarımızı. Yetmedi, yetiremedik.
Bir virajda soluklanırken elimizi bir duvara yaslayıp, baktık ki değişen hiçbirşey yok. Uyuyan bir çocuğun kapalı gözlerinden görüyor kendi savunmasızlığını, içimizdeki çocuk. Küçücük parmaklarında geçen onca zamanı hesap ediyor. Kendini hep o küçük çocuk sanıyor. Bazen gerçekten o çocuk olmak istiyor yine ama sonra, aynı yollardan tekrar yürümeyi göze alamadığını farkediyor. Yorulmuş ve bir o kadar da korkuyor.
Uyanınca bir camın buğusuna ismini yazıyor o minik eller, bir küçük şekere seviniyor. Aynı elleri yanaklarıma konuyor, saçlarımı topluyor. Şu masallarda bahsi geçen sihirli değnekler gibi. Çocuk oluyorum onunla, çocuk kalıyorum.
Geçenlerde bir kolyeye baktığını gördüğüm, küçük kız geliyor aklıma. Kolyeyi beğenmiş ama annesi;
-"Bu senin takabileceğin birşey değil ki, büyüyünce alabiliriz ancak." dediğinde;
-"Ne zaman büyüyeceğim ben anne?" diye bir ağlama tonu tutturuyor, durumdan hiç hoşnut olmadığından. Annesi önce gülümsüyor, bir yandan da bana bakarak.
-"Büyümek o kadar da sevinilecek birşey değil kızım. Sana takabileceğin başka bir kolye alalım, bu konuyu da kapatalım olur mu?" diyor sonra da.
-"Nasıl yani?" diyor küçük kız, gülümseyerek. Bu gülümseyişte başka bir kolye alma fikrinin etkisi ve büyükleri köşeye sıkıştırmış çocuk zekasının muzip tavrı var gibi.
-"Büyümek kötü birşey mi? Ama sen de büyüksün?" diyor, kırpıştırdığı gözleriyle.
-"Büyümek kötü birşey değil. Ama herkes çocukken daha mutludur." diyor kadın. Yüzünden belli ki, bunu nasıl açıklayabileceğini kendi de bilmiyor. Ve eminim, başka "bir soru sormasa" diye geçiriyor, o anda içinden.
-"Ama..." diyor küçük kız, bunu sezmiş gibi. "Ya büyürsem?"
Ben de onun gibiyim şimdi. Ya büyürsem yeniden?

Mart/2008

17 Mart 2008 Pazartesi

Takıntı

Tekrar izlenen bir filmin bilindik sahnesi ya da dinlenmekten hasar görmüş albümlerin, tekrar dinlenişinde bilinen başlangıç melodisi, şarkı sıralaması gibi birşey, bu içimdeki his.
Herhangi birşeyi gerçekten isteyip istemediğime bile bakmadan, başarının odağı haline getirmek. Birileri senin için iyi şeyler düşünüp söylerken, bunların tam da tersinin olduğunu düşünmek, istediğin olmadığında. Kendine yeni anlamlar biçmek; sıkıntılı, sevimsiz anlamlar hem de.
Takıntı, bu durumun tek açıklaması... Hep aynı mantık aklımda kurduğum ve hep aynı işleyiş sonunu bildiğim. Bir insan kaç kez aynı yanılgıya düşer acaba? Ne zaman "çünkü"lerden vazgeçer ve kurtulur, bir anlık düşüncelerine, ulaşamadığı hayali gibi davranmaktan. Ders almaz mı, tecrübelerinden faydalanmaz mı? Ya da sıkılmaz mı aynı yolda yürümekten, kör bir inatla.
İster şanssızlık diyelim, ister yanlış istekler ya da kötü kader. Bahanenin ne olduğu asıl sebebi değiştirmiyor. Kimse bilmese bile, benim bildiğim gerçekliği değiştirmiyor en azından.
"Bana herşey seni hatırlatıyor" diyordu ya şarkı, bana da herşey kendimle yüzleşmeyi hatırlatıyor nedense. Her gördüğüm, yaşadığım olayda, kendiyle kıyaslanan durumdan yola çıkarak, "niye böyle oluyor?"a varan bir yol var izlediğim.
Biliyorum yaşamak ve bazen yaşadıklarımızı algılamak gerçekten zor. Ama sebeplerini bildiği sorunları çözememek ve kendiyle barışamamak, hepsinden daha zor...

Mart/2008

14 Mart 2008 Cuma

Rastgele

Çiçeklenmiş erik dalları, açılan pencereden süzülen kuş cıvıltıları ve küskün bir sabah kahvaltısı sessizliği, sabahın ilk fotoğrafında var olanlar. Televizyonda gazetelerin haber özetlerini dinliyordu, aceleye getirilmesine rağmen güzel demlenmiş çaydan bir yudum alırken. "Sadece çayı demlerken gösterdiğimiz özen kadar olsun istiyorlar yaşama müdahalemiz", diye düşündü. Bu ülkede yaşamak, daha doğrusu birşeylerin bilincinde olarak yaşamak giderek daha zor oluyordu. "Ne desek yetersiz, kendi vicdanlarıyla hesaplaşmadıktan sonra insanlar. Gerçi onlar, vicdanlarını çoktan susturmuşlar" dedi kendi kendine. Yalnız değildi ama belki de yalnız olsa daha iyiydi. Yalnız yemek yemeyi sevmemesine rağmen hemde.
Küçükken, yemek saati için, herkesin sofraya toplanmasını sabırsızlıkla beklerdi. Bazen annaanesi "sen bekleme, ye" derdi. İnatla beklerdi, o kalabalığın içinde olmak için.
Kaç haftadır konuşmuyorlardı acaba. Zorunlu olarak söylenen birkaç kelime dışında tek cümle olmadı aralarında. Olmasındı, nasılsa tekrar aynı noktaya geleceklerdi. Nafile çabaya gerek yoktu.
"Daha başlamadan anlaşıldı, sinir harbine dönüşen bu günün akıbeti ya, yine de şans vermek gerek" diyerek, güzel kıyafetler seçti, kısacık vaktinde özenmeye çalıştı kendine. Otobüsün son durağına yürüdü yine. Otobüse binene kadar müzik dinledi, kendine oturacak bir yer bulunca kitabına yöneldi, başka hayatlara eşlik etti.
Otobüsten indiğinde derin nefesler alarak yürüdü. Tanıdık dükkanlar, her gün aynı zamanlarda, karşılıklı istikametlerde yürürken karşılaştığı, artık aşina olan simalar...
İşyerine varınca ilk önce güzel bir şarkı listesi yaptı kendine, bu sefer üşenmeden. Dünden kalan notlara göz attı, yapması gerekenleri sıraladı. Sakince tamamlayabileceği bir iş düzeni kurdu kendine. İşin planlanabilir kısmını halletmişti, sürprizlere de ufak bir pay bıraktı. Tam işe başlamışken çaldı telefonu. Tanımadığı numaraya baktı bir süre, annesi böyle yaptığında ne kadar söylendiğini düşünerek. Annesi, tanımadığı numarayı görünce, "acaba kim bu" der, telefonun ekranına bakar vaziyette beklerdi ve o, bu duruma sinir olurdu. "Bakacağına açsana artık telefonu" serzenişiyle biterdi hep bu durum. Bundan sonra bu konuda daha anlayışlı olmaya karar vererek açtı telefonu.
-"Benim." dedi telefondaki ses. "İstanbul'dayım ben."
-"Ama sen..." dedi ve söyleyecek birşeyler arandı bir süre. Sonunda "sen gitmemiş miydin?" diyebildi.
-"Gitmenin hiçbirşeye çözüm olmayacağını söylemişti bir arkadaşım. Kalıp mücadele etmeye karar vermiştim, hem de siz beni gitmeye hazırlanırken gördüğünüz zaman. Ama önce biraz güç, biraz da kafamı toplamam gerekti. Kendime uzaktan baktım ve geldim. Sen en iyisi beni gidip gelmiş say." dedi.
-"Hoşgeldin." diye karşılık verdi, uzaklarda sandığı arkadaşını, hiç ummadığı anda yakınında bulduğuna inanamayarak. Hani "gökte ararken, yerde bulmuş" gibiydi. "İyi ki geldin balıkçı." dedi, "Sana zaten İstanbul yakışırdı..."

Mart/2008

10 Mart 2008 Pazartesi

Veda

Bir cafede, masaya iliştirdiği paketle başbaşa bıraktığı kıza "hoşçakal" deyip, ayrıldı yanından bir adam. Belki hikayeleri bu değildi ama kızın yüzünde aynı karmaşanın belirtileri vardı, gerisi hayal gücü. Ve bir veda hikayesi bu...


Susmuştun, başını öne eğdin. Getirdiğin paketi ve fısıltı gibi söylediğin "hoşçakal"ı bırakarak ayrıldın masadan. Herhangi bir tepki bekledim ya da herhangi birşey söylemeni. Nasıl sessizce geldiysen hayatıma, öyle sessizce gittin.
Bir "hoşçakal", sonu oldu hikayemizin. Sonunu sen belirlemiştin ama özrünü kabul etmeyen ben, hikayenin kötü kahramanı olmuştum ne yazık. Doğru olduğuna inandığım şeyi yapmak, birilerinin gözünde kötü olmaktan yeğdi, rahattı içim.
Söylediklerimin laf olsun diye söylenmediğini, olmadığım bir kişiliğin tavırlarını yansıtmaya çalışmadığımı anlayabilmiş olsaydın keşke. Yani birazcık olsun tanıyabilseydin beni. Hiçe saymasaydın, kolay kandırılabilir olduğumu düşünüp, her istediğini yapmayı kendine hak saymasaydın. Geçmişe dönük hiçbirşeyi didiklemeye niyetim yok aslında. Sana kızgın da değilim. Ben bu ilişki içinde kızgınlığa gark oldum zaten ve yorgundum. Tıpkı sana, "artık bu ilişkiyi devam ettiremeyiz." dediğimde, senin de bana kızdığın gibi. Sessiz ama içten ve yakıcı. Belki de nihayet anladın ne demek istediğimi. Yanlış anlama, ne bir öç bu, ne de kısasa kısas. Yaşadığımız benzer duygulardan biri oldu bu da işte. Birine bilmediği bir duyguyu anlatamazsın, ben de sana anlatamamıştım bu sebeple. O yüzden, ancak şimdi anlarsın beni.
Sen gidince, masadaki paketi farkettim. Tereddüt ettim açmak konusunda ama merakıma yenildim sonunda. Paketi açtım ve üzeri çiçek bahçesi gibi rengarenk çiçeklerle süslü bir kart buldum. "Sana dünyanın en güzel hediyesini vermek istedim. Çok düşündüm ama sonunda buldum." diyordun. Pakete uzandı elim tekrar. Kenarları çok güzel motiflerle bezeli bir ayna çıktı karşıma. Aynaya bakınca gülümsediğimi farkettim. İşte seni bu yüzden sevmiştim ben. En mutsuz, en gergin anlarımı gülümseyişlere çevirendin sen. Sevdiğim, güvendiğimdin. Ama çok değiştin, ben de değiştim elbet. Yine de ben, hiç bu kadar ... Neyse, geçmişte kaldı hepsi. Yeni yollar çizeceğiz kendimize, başka hayatlar seçeceğiz. Paketi de aldım, kalktım masadan. Cafeden çıkarken, flüt sesine eşlik eden o güzel şarkının sözlerine kaptırmıştım kendimi. "Yakınlar uzak oldu, daha etmeden veda." Yanından geçtiğim çöp kutusuna hediyenin paketini attım, kartıyla birlikte.
Ve ben, o aynayı denize hediye ederken bir kıyıdan, "sadece güzellik yetmez" dedim içimden. Salt güzellik arayışın seni sen olmaktan çıkarmıştı. Madem ki güzellik bu kadar öncelikliydi, ben de bana verdiğin hediyeyi, benim için en güzele, uçsuz bucaksız denize hediye edecektim. Ne garipti şu hayat. Senin ihanetinin adının da deniz olması, sadece tesadüf müydü acaba?

Mart/2008