Kendimden... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kendimden... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Bugün yağmur var İstanbul'da...

Yağmur yağıyor İstanbul'a. Unutturdu dün yaşadığımız sıcaklığı ve sildi sokakların kirini, pasını. Ne güzel esiyor rüzgar, pencereler açık. Pervaza çarpan haşin yağmur damlalarından üzerime serpiyor, gidecek yer bulamayanlar. Böyle yağmur yağarken ve eserken böyle rüzgar, yeni demlenmiş bir fincan çay ne güzel yudumlanıyor bir cam kenarında. Ve ne güzel bir türkü çalıyor bilgisayarımda.
"Küstürdüm gönülü güldüremedim.
Baharım güz oldu, yazım kış oldu.
Gönüle yarini bulduramadım,
Baharım güz oldu, yazım kış oldu."
Yan taraftaki yangın merdivenin basamaklarından damla damla su süzülüyor. Acelesi olmayan, önemsemez su damlaları. Karşı binada bir evin balkonunda, demirlere tutunmuş nefes almaya çalışıyor sanki bir kadın. Toprak kokmaz bu beton duvarların arasında be ablacım. En iyi ihtimalle yağmurun sesini dinleyebilirsin. Ona da şu yan binanın jenaratör sesi izin verirse.
Takvimler temmuzu da yarıladığımızı söylüyor. Dünü dünde bırakıp, taptaze bir bugünle başlamak gerektiğini hatırlatıyor hızla akan zaman. Zaten bu odalar içinde ne gündüzün farkına varıyoruz, ne de geç gelen akşamların. Bütün gün açık ışıkları ofislerin, korkarmış gibi günle gecenin ayırdına varmaktan. Sesler ardına gizlemiş gibi bütün duyguları, mekanik bir hal almış artık herkes, çalışıp çabalamaktan. Yağmur sesine kaçımız kulak kabartıp anlayabiliyoruz, ne kadar yorulduğumuzu koşturmaktan?

Temmuz/2008

Hoşgeldin bebek

Annenin eline kınası yakılırken gizli gizli ağlamıştım ben. Kolay değildi, 12 yıllık arkadaşımı, sırdaşımı, dostumu uğurluyordum. Kısa süre sonra da başka bir şehire uğurlayacaktım. Anlatamadığım bir yalnızlık çökmüştü içime.
Daha dün gibiydi okuldan eve yürüyüşlerimiz, ders çalışma telaşlarımız. Dün gibiydi ama hayat bizi sağa sola savuruyordu işte. Herbirimiz yeni yollar seçiyorduk kendimize. İşte annen de babanı seçmişti, gidiyordu. Gördüğüm en güzel gelinlerden biri oldu annen. Seçtiği, sevdiğiyle mutlu oldu. Başka bir şehire doğru yol aldı sonra. Oraya taşıdı, buradan sırtına yüklendiği hayatını.
Mesafeler uzaklaştıramadı ama bizi. Günlerce hiç konuşamadık bazen ama telefondaki o ses, hep aynı yakınlığın tınısını taşıyordu. Tek tek taşlarını dizdi yeni hayatının. Kimi zaman hüzünle mutluluğu harmanladı. Kendi güzelliğini bulaştırdı yeni hayatına da. Şimdi kucağında bir başka güzel şey daha var.
Ben hala kendimi bir çocuktan farklı düşünemezken, daha dün aynı yolları paylaştığım arkadaşım anne oldu. İnanması hala çok güç. Dilerim mutlu bir ömrün olur bebek. Annenle, babanla, mutlulukla yaşarsın. Dilerim sevdiklerinden ve seni sevenlerden hiç uzak kalmazsın. Annen seni büyütürken, sen de onu büyüt olur mu?
Hoşgeldin bebek, hoşgeldin. Şimdi daha güzel gülecek annenin gözleri, sen üzerinde yatarken dizlerinin...

Teyzen

Temmuz/2008

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Bir çocuk kadar masum...

Başımı pencereye yakın yerleştirdiğim yastığa koyup, uzakta dumanlı tepeleri, yakında meyve ağaçlarını görüp, kuş cıvıltılarını dinleyerek bir akşamüstü dinlencesi yaptığım. Etraf sessiz. Köyün girişindeki araba sesi de, karşı tepede birbirine seslenenlerin yankıları da kulağımda. İstanbul'un bu saatlerdeki kavurucu sıcağına inat, insanı ürperten bir serinlik var buralarda. Havada toprak, sağda solda açmış çiçek, taze demlenmiş çay kokusu var.
Güneş, olanca ışığını, parça parça bölünmüş bulutların belirginleşmesi için kullanmış batarken. Arkasında kara bulutlar yollanıyor bizden tarafa. Çok uzaklarda karınca kadar görünen kuşlar uçuyor. Gözümün görebildiği kalan her yer ise yeşil.
Güneşin sakladığı, bulutsuz bir yaz akşamı kadar koyu, küçücük o gözleri saklayan gözkapaklarından öperken, akşama kavuşuyor yine gün. Bir çocuk, düzenli nefes alış-verişini, kalbinin atışını hissederken ben, usul usul uyuyor yanıbaşımda. Gözleri mutlu bir rüyaya kapalı. Ah çocuk, kötü olan herşeye gözlerimizi sıkı sıkı kapatsak ya da görmezden gelsek. Bizimde kapalı gözlerimizde, güzel rüyalar belirse. Ve tüm kötülükleri unuttursa bizlere...

Temmuz/2008

Nihayet gittim

Servisi bekliyorum. Gözümün önünde akıp giden trafik var. Sanki hayatı ortasından bir yerinden bölmüş ve kendime ayrı bir zaman dilimi yaratmışım. Elimi uzatsam değecek kadar yakın ama bir o kadar da uzağım. Otobüse bindim, oturdum cam kenarına. Yalnızım. Uzaklaşıyorum şehrim senden. Gitmek isteyen bendim, gidiyorum. İyi gelecek bu gidiş, biliyorum. Bildiğim yollardan, özlediğim yollara, özlediğim insanlara gidiyorum. Karanlık basıyor. Anlamlı şekillere benzetmeye çalıştığım bulutlar başımızda. Yol akıp giderken şu cam kenarından, "Özlediğim tam da bu!" dedim içimden.
Müziklerimi açıp, bir kelime etsem saatlerce konuşacak hanımın haline de aldırmadan, akan yolu seyre daldım. Memleketime vardığımda, hem çok şeyin değiştiğini, hem de bir çok şeyin değişmediğini gördüm. Özlediğim herşeyi, herkesi gördüm teker teker. Köydeki sessizliği, eğri büğrü yolları, fındık bahçelerini. Yaylaya çıktık sonra. Elde yapılmış çay, taze sağılıp kaynatılmış süt, uzun zamandır tatmadığım yemekler, bazen sert esip donduran, bazen sıcağı azaltan rüzgar, küme küme bulutlar, temmuzun başında üşüdüğümüz için yakılan kuzine. Eksiği, fazlası, sessiz sakin ortamı ile, bir karadeniz tatili bu, kendine özgü.
"Yedi yaşında bir kızım
Büyümez ölü çocuklar." demiş ya Nazım usta, yazlarını burada geçiren, hatırımdaki o küçük kız, benim için hep aynı yaşta. Ama şimdi, gördüğüm herşey bambaşka...

Temmuz/2008

Gökçeada demişken...

Kısıtlı imkanlarımıza rağmen, herşeyi istediğim gibi keyifle yapabildiğim ve aynı zamanda hayatımda çıktığım en savruk yolculuktu Gökçeada maceramız. Yeni yerler görmekten de önce, denize girmek amaçlı bir tatil olmasına rağmen, en gerekli şeyleri unutarak çıktığımız bir yolculuktu.
Kaldığımız pansiyonun sahibi, astsubay emeklisi bir bey idi. Nereye gitmişiz, ne yapmışız; bizden önce haberdar oluyordu, bilmediğimiz bir şekilde. Çok da yardımı dokunmuştu ama. Askeri kantinden alışveriş yapmamızı sağladı. Nereye, nasıl gideriz'in bilgisini hep ondan aldık.
Turistik bir mekan olmasına rağmen, üç genç kızın tatiline anlam veremiyordu yaşayan halk. Adada varolan üniversitenin öğrencisi olup olmadığımız soruluyordu her gittiğimiz yerde. Rum köylerinin yaşayanlarının karşılamaları çok daha başkaydı. Zaten o köylerin havasına hayran kalmıştım. Köyleri gezerken, yıkık-dökük ama eskiden güzel bir bina olduğu belli olan bir yerin önünde durmuştuk birara. Biz çok dikkatli bakınca, bizi gezdiren bey, "burası okulmuş." demişti. "Köyde de başka okul yok zaten." diye de ekledi. "E çocuklar?" diyecek olduk. "Bu köyde çocuk yok ki." diye karşılık vermişti. Ne kadar iç burkucu bir cevaptı bu. Fırsatını bulanlar, Yunanistan'a gitmişler. Kalanlar ise orta yaş ve üzeri insanlarmış. Bizimle sanki uzun zamandır tanışıyormuş gibi konuşup şakalaşan gördüğümüz o insanlar yani.
Gezdiğimiz her yer, tanıştığımız her insan (istisnalar kaideyi bozmaz) güzeldi. Şimdi bunları yazınca, elimde fotoğraf makinası, yeni yerler keşfederek, yeni şeyler öğrenerek gezmeyi özlediğimi farkettim. En yakın zamanda, sağlam bir bütçeyle, yeni yolculuklara çıkmak gerek galiba. Hayat içinde nedense, istediklerimizi gerçekleştirebileceğimiz zamanlar çok kısa.

Temmuz/2008

İncelik maharet ister...

Elindeki poşetleri, sorgusuz sualsiz, o kadar uğraşarak dizdiğim kolyelerin üzerine gelişigüzel bıraktı kadın. Yan tezgaha bakıyor olmasına, bizim tezgahı dağıtmasına rağmen, bırakırken izin istemiş olsaydı, eminim sinirlenmeyecektim bu davranışına. Alışverişi bitene kadar nasıl sabrettiğimi ben de bilmiyorum.
Hani "hedef kitle" diye bir terim var. Tezgahta satılanların niteliğinden ve hitap ettiği insanlardan ayrı olarak, bazen orada oturuyor olmama beni sevindiren insanlar da geliyor tabi. Konuştuğu iki kelime, bakışı, tavrı itibariyle, işte benim için "hedef kitle" olabilecek insanlar dediklerim. İyi ki varlar ve iyi ki karşılaşıyoruz.
Geçen sene gittiğimiz Gökçeada'nın, hayran olduğum o rum köyü Zeytinli'de yaşadıklarımız geldi aklıma. Yaklaşık iki saat yürüyerek ulaştığımız o güzel köyde içtiğimiz, çok fazla türk kahvesi tutkunu olmamama rağmen, unutamadığım o kahvenin tadı sonra. Ve o kahveyi daha da lezzetli kılan o sohbeti.
Kısıtlı imkanlarımızla gittiğimiz Gökçeada da, minübüs gibi bir vasıtanın bulunmadığı o köye, taksiyle gitmek yerine, yürümeyi tercih etmiştik biz. Yürürken yanlarından arabayla geçtikleri üç kızın, onlarla aynı yere kahve içmeye geldiklerini gören üç-dört bey oturuyordu yan masada. Bizim onca yolu yürüyerek, buraları görmek için gelmiş olmamız, çok hoşlarına gitmişti. "Böyle gençler var hala demek?" demişlerdi. Onların grubu, Türkiye'nin çeşitli illerinden, öğretmen evleri müdürleri ve dernek başkanlarından oluşuyordu. Güzel sohbetimizi yarıda bırakıp, onlardan önce kalktık biz masadan. E malum, geze dolaşa aynı yolu geri yürüyecektik. Biz çiçek, böcek resmi çekerek yürürken, yanımızdan selam vererek geçtiler arabayla. Beş dakika sonra da geri döndüler, arka koltukta oturan beyler eksik olarak. "Başkanımın içi rahat etmedi. Sizi şehir merkezine bıraktıktan sonra gelip onları alacağım. Buyrun." dedi, arabayı kullanan bey. Gerçekten de az ileride yol kenarında bekleyen başkanı görmüştük.
İnce düşünmek, nerede nasıl davranılacağını bilmek, insan olmanın gereği bence. O yüzden kendinden başkasını düşünmeyenleri, küçük dağları kendisinin sananları, hayattaki tüm özgürlük ve hakları, başkalarının sınırlarını ihlal etmek pahasına kendilerine ait sananları, aklım almıyor. Baktıkları yerde sadece kendilerini görmeyenler, sayıca az da olsanız, bu dünya, sizler varolduğunuz için gerçekten çok şanslı...

Temmuz/2008

24 Haziran 2008 Salı

Giden, döner elbet...

Ayrılmak ne zordur. Sevgiliden, kıymetli bir dosttan, yakın bir arkadaştan, aileden, sevdiğin herhangi bir insandan ayrılmak ne zordur. "Keşke gitmese" demek, giderken dönüşünü de planladığını bilsen bile. O yokken eksik kalacak şeylerin, geçmeyecek zamanların, "ne gülerdik buna" deyip, yokluğunu hissetmenin kasveti çöker insanın üstüne.
Sevmek, ne büyük risktir aslında değil mi? Nasıl da cesaret ister. Korkuları alt edebilmek, sorulardan vazgeçebilmek ister. "Ya giderse?" isteyerek ya da kaderinin tecellisiyle. Giderse birgün işte, alıştığımız onca şeyi ve yalnızlığı bırakarak bize. Çok uzaksa gidecekleri yer, dönemeyecekleri kadar; ya da sadece fikren uzaksa, aslen uzak sayılmayacak kadar. Esas olan yalnızlıktır her durumda. Onsuz tadı olmayacak yaşanacakların yansımasıdır, arta kalan boşluktur. El sallamak dağıtır mı dersiniz bu hüzünleri? Gözünden akan yaş söndürür mü özlem ateşini?
Dilerim, ucunda kavuşmalar olan ayrılıkların zorluğu olsun, bizi yoran. Gidenler dönsün yolculuklarından. Ve tamamlasınlar eksik kalanları, bize anlatacaklarından.

Haziran/2008

19 Haziran 2008 Perşembe

Dikkatimden kaçan

İlkokul çağlarında, kardeşleri ve amca çocukları ile hep beraberlerken yaşadığı bir olayı anlatmıştı annem. Bütün çocuklar, kuzinenin olduğu odada oturuyorlarmış, bir kış günü. Kuzinenin üstünde ibrük kaynıyormuş. Dayım, "Ben bu ibrüğün içine girerim." demiş; annem, "giremezsin." "Girerdin, giremezdin" münakaşasından sonra dayım, "Sen odadan çık. İçeri girdiğinde, ben ibrüğün içinde olmazsam, kuzinenin maşasıyla beni döversin." demiş. Çıkmış annem odadan dışarı. Bir zaman sonra geri gelmiş. Dayımı kuzinenin yanında, gülerek otururken görünce, annem de koşmuş maşaya; dayımı dövecek ya. Maşayı eline aldığı gibi, yanmış eli. Annem odanın dışındayken, maşayı kuzinede ısıtmış çünkü dayım. Ben bu hikayeyi dinlediğimde, sanırım annemin o zamanki yaşlarındaydım. Şu an düşünüyorum da, bazen bazı şeylere öyle odaklanıyoruz ki, daha önemli birçok nokta kaçabiliyor dikkatimizden.
Çok sevdiğim bir ablamın, tavırlarından hiç hoşlanmadığım bir arkadaşı var. Kimin kiminle anlaştığı ya da anlaşamadığı beni ilgilendirmez. O yüzden tek kelime etmedim ablama, bu konuyla ilgili. Ama diğer yandan, o kızın tavırlarını gördükçe, beynime sıçrayan kana da mani olamadım. Ve ister istemez mesafeli durdum ona karşı. Ondan uzak durmaya öyle gayret göstermişim ki, ablamın bunu üzerine alınmasına sebep olmuşum farkında olmadan. Aklımın ucundan bile geçmeyecek bir problem algılamış, kendisiyle ilgili. Halbuki olmayan, olmayacak birşey bu.
Mali müşavirimiz briç oynar sürekli. Bana da tavsiye eder her fırsatta. "Planlı düşünceyi geliştirdiğini" söyler. Briç'i bilmiyorum ama olaylara daha ılımlı bir yaklaşıma ihtiyacım var sanırım. Kendimi bu kadar açık etmeyip, biraz politik olabilsem, acaba aynı şeyleri yine yaşar mıyım?

Haziran/2008

12 Haziran 2008 Perşembe

Uzaklardan görüntüler

Uzaklardan mektuplar demiştim hani. Çiya ile tanışmamızı ve sonrasında aramızda oluşan bağı anlattığım yazıyı, ona okutmak geçiyordu hep içimden. Geçenlerde telefonla konuşurken, msn adresi aldığından, komşularında internet olduğundan ve ara sıra adresine baktığından bahsetmişti. Dün nihayet denk gelebildik. Kamera açtı. Karşımda kocaman bir genç kız vardı.
Hal-hatır sorma faslından sonra, "Sana birşey okutmak istiyorum." dedim. "Nedir?" diye sordu merakla. Yazının linkini yolladım, "Bu yazıyı oku bakalım." dedim. Çiya yazıyı okumaya başladı, ben de açık olan kameradan tepkilerini izlemeye koyuldum. Çok şaşırdı önce. Gülerek ve şaşkınlıkla okudu ilk satırları. Yazının sonlarına doğru bir durgunluk çöktü üzerine, gülücükleri kayboldu. Korktum ben de açıkçası, "incindi mi yazdıklarımdan?" diye. Bitirene kadar zor sabrettim. En nihayetinde, elini yanağına koyup, ekrana öylece bakarken; "okudun mu?" diye sordum dayanamayarak. "Okudum." dedi. "Beğendin mi?" diye sormaya, cesaretim bile yoktu. O da beni daha fazla merakta bırakmadan, "ağlamak istiyorum." dedi. Korktuğum başıma geldi diye düşünürken, "beğenmedin mi?" diye sormak zorunda hissettim kendimi. "Sen çok iyisin, çok." dedi. "O senin iyiliğin." dedim. Kısıtlı zamanı tükenmişti, ben bunları söylerken. Yeniden görüşme dileklerimizle kapattık konuşmayı. Benim dilimde ise, artık kocaman olmuş hatırımdaki küçük kıza söylediğim, "Ben henüz, sana iyilik olabilecek kadar bir şey yapamadım ki!" cümlesi vardı.

Haziran/2008

5 Haziran 2008 Perşembe

Ağlamak güzeldir

Bir köşede gizlice ağlayacak kadar biriktirdiğin hüzünler, içini temizlemek için yaşlara dönüşüp süzülmüyorsa yanağından; en olmadık yerlerde kendini açık etmek, seni hazırlıksız yakalamak için bekliyorsa göz pınarlarında. Ya da hiç ağlayamıyorsan, olan onca şey karşısında. Artan bir tepkisizlik ve duygu yoksunluğuyla, bir duvara bakar gibi bakıyorsan yaşadıklarına. Ağlayamayınca anlıyorsun, nasıl kıymetlidir ağlayarak boşaltmak içindekileri. Nasıl da rahatlatır, yeniler seni ağlamak.
Bu duygu üzerinde, hiçbir hakimiyetinin olamadığı durumlarda var. Üzüntüde, kızgınlıkta, kırgınlıkta. Ve en çok da, sen kendini durgunlaştırmaya çalışırken, üstüne gelen sorularla, hıçkıra hıçkıra, gözlerin kızarıncaya kadar ağlamak. Birşey tartışırken, sinirlerinin artık dayanamadığı o vakit, sesinin titremeye başlaması, tartışmanın sebebinden bile daha sinir bozucu aslında. Ama her seferinde, yeniden olur aynı şeyler. Her seferinde kaçıp gitmek, bir kuytuda ağlamak isterken, kalabalıklara denk düşer gözyaşların.
Gözyaşının bir silah olarak kullanıldığını düşünenler ve gerçekten bunu bir silah olarak kullananlar, ağlamaya direnmek nasıldır bilirler mi acaba? Dudaklarını ısırmak, gözlerini başka yerlere kaçırmak, başka şeyler düşünmeye çalışmak, içinden defalarca "ağlamamalıyım" diye tekrarlamak. Ve elinden daha fazlası gelmediğinde, akan yaşları gizli gizli silmek.
Ağlarken kendini beğenmeyenlerdenim. Ama kendimi beğenmediğim için değil ağlarken kaçışlarım. Sevdiklerimin çaresizliği, sevmeyenlerimin sevinçleri olmamak için. Zorlandığım, canımın acıdığı o anların bile, "yine mi ağlıyorsun?" diyerek aşağılanmaması için.
Ağlamak güzeldir... Bazen zordur, bazen zorlar, zorda bırakır. Ama ağlamak güzeldir. Ve bunu sadece, içten ağlayanlar bilir...

Haziran/2008

3 Haziran 2008 Salı

Yalancı çoban

Hava güzeldi işten çıktığımda. Otobüse tıkılıp kalmak istemediğim için, eve yürümeye karar verdim. Taktım kulaklıklarımı kulağıma, trafikte sıkışıp kalmış onca araca nispet yapar gibi, geçip gittim yanlarından. Keyifle yürüdüğüm yol bitip, eve yaklaşınca, biryere uğramam gerektiği geldi aklıma. Oraya doğru yönelmişken, birşey uçuşup gelerek gözüme girdi. Gözümü ovuşturmaya başladım, tabi gözümde yaşarmaya. Yaşaran gözümden görebildiğim kadarıyla yürüyüp, uğrayacağım yere geldim. Gözümü silerek, birşey sormak için içeri girdim. Ben daha soru sormaya fırsat bulamadan, "birşey mi oldu?" diye sordu beni karşılayan bey, gözlerimi kastederek. "Gözüme birşey kaçtı da." dedim. "Hep öyle derler." dedi, gülümseyerek. "Benim durumum gerçekten öyle ama." dedim, ben de gülümseyerek.
Bir insana aynı şey için kaç defa güvenebilirsiniz? Ya da herkes, en azından ikinci bir şansı hak eder mi? Sizin de güveniniz çok mu kırılgandır yoksa, ben de olduğu gibi. Güvenim ve kalbim kırıldığında, ardıma bakmak bile gelmez içimden. Tamiri imkansız olur, aldığım hasarların. Daha doğrusu, olayın faillerinin gücü, bu hasarı onarmaya yetmez. Belki de yeter ama izin vermem ben bu tamirata. Kendim sararım yaralarımı, zamanla.
İzlediğim dizide anlatılan hikayede de böyle olmuştu. Adam, suçunu bilirken ve pişmanken, kadının koruma kalkanı olan soğukkanlılığına, çirkin yakıştırmalar yaptı. Suçuna ortak etmek istedi kadını. Ve dahası, yaptıklarından sonra, sanki sözünün güvenilecek bir yanı kalmış gibi, yeni sözler verip, yeni planlarla çıktı karşısına. Hiçbirşey olmamış gibi. Yalanlar söyleyip masum rolü yaptığı zamanların sonu gelip, gerçekler açığa çıktığında; bırakın masumiyetini, acısına bile inanmadı kimse. İçindeki yangın, çevresini kuşatmıştı. Ama o, yalancı çobandı; söylediklerine kimse inanmadı.

Haziran/2008

29 Mayıs 2008 Perşembe

Mektup demişken...

İlkokul zamanlarımda, Ankara'da okuyan bir akrabamız vardı. Yazları memlekette olmak, onunla daha güzel olurdu. Ablamdı... O küçücük yaşıma rağmen, herşeyi anlatırdı bana. Ailesinden sakladığı bir sevgilisi vardı. Sevgilisinin resmini yerleştirdiği, cüzdanındaki resim yerinin üstüne, bıyık karalaması yapmıştı. Resim çıkınca, garip bir karalama olup kalan bıyıkları, bir ben bilirdim mesela.
Yaz tatili bitip, ben İstanbul'a, o da Ankara'ya döndüğünde, mektuplaşmaya başlardık. Mektup, ilk o zaman dahil olmuştu hayatıma. Seviyordum ona mektup yazmayı, ondan gelen cevapları okumayı. Mektuplarımı arkadaşlarıyla birlikte okuduğunu yazardı. "Herkes çok beğeniyor yazdıklarını." derdi. Ben de, "yazdığım neyi beğeniyorlar?" diye düşünüp dururdum. Havadan, sudandı yazdıklarım. Ama yazım güzel olsun, anlattıklarım düzgün olsun diye uğraşılmıştı.
Mektubun hep farklı bir tadı olduğunu düşündüm ben. Size özeldi, sizin için yazılırdı. Bu yüzden, yarım saat mesafedeki arkadaşlarımdan alınmış mektuplarım da oldu; uzak yollardan gelen, sevgiliden alınmış mektuplarım da.
Rahmetli anneannemin sakladığı, annemin gönderdiği mektupları, her yaz tekrar okurdum, bıkmadan. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi. Yazılan kalemin kağıtta oluşturduğu ize, hatta ilkokuldayken, kurşun kalemle yazılmış o sayfaların hışırtısına hep hayran olmuştum.
Sakladığım tüm mektupları çıkardım dün akşam. Seçe seçe okudum, geçmişten kalanları. Bazen niye olduğunu bile anlamadığım onca şeye rağmen, geçmiş zaman tanıklarım mektuplara, o mektupların tanıklık ettiği yaşadıklarıma, iyi ki varsınız dedim...

Mayıs/2008

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Uzaklardan mektuplar...

2005 yılında, www.kardesinisec.com sitesinden bir kardeş seçmiştim kendime. Şırnak, Cizre'de yaşayan, sekiz çocuklu bir ailenin, en büyük çocuğu Çiya. Sitede sadece isimlerini ve şehirleri görebildiğimiz için, ismi dikkatimi çekmiş ve öyle karar vermiştim.
Kardeş seçtiğimi sitede belirtmemden sonra, bunu ona haber vermeye gelmişti iş. Önce ne yazacağımı bilememiştim. "Nasıl yaklaşılır?", "durumu nedir?", "ne ister?"; tüm bunlar nasıl sorulur karar verememiştim. Sonra içimden gelen herşeyi yazmaya, hergün konuştuğum biriymiş gibi, sormaya başladım öğrenmek istediklerimi. Sitede, "ilk mektupta birşey göndermeyin" diye özellikle belirtmelerine rağmen, bir paket çikolata yerleştirdim zarfa. Belki erirdi gidene kadar, belki mektup eline bile ulaşmazdı. Ama ulaşırsa, paketin içinden çıkan çikolatayla mutlu olur diye düşünüp, özenle yazdığım mektuba iliştirmiştim paketi. Sonra heyecanla cevabını beklemiştim.
"Hayatımda aldığım ilk mektup bu" diyordu, yamuk yumuk harfleriyle. Cevap mektubunu, birkaç hafta çantamda dolaştırdığımı hatırlıyorum. Hep kendim için düşündüğüm, "şartlar başka olsaydı, herşey başka olabilirdi." tezi, onun için de geçerliydi.
Maddi durumları olmadığı için, 3. sınıfta okuldan almak zorunda kalmış babası. Çocuğunu okula göndermeyenlere ceza verileceği için ise, yeniden göndermeye başlamış okula. Biz tanıştığımızda 5.sınıfa gidiyordu. Yaşından beklenmeyecek kadar ince düşünceli ve ifade yeteneği gelişmiş bir küçük kızdı Çiya. Ablası oldum... Bana abla derken ne kadar içten söylediğini, konuşurken ne kadar mutlu olduğunu bilen ablası oldum hemde.
En son görüşmemizin üzerinden ne kadar çok zaman geçtiğini farkettim dün. Ne kadar kaptırmıştım kendimi, kendi hayat gaileme. İşlerin rahatlığını da fırsat bilerek, sarıldım telefona. Sesi değişmişti, tanıyamadım telefonu açtığında. "Sen ne kadar büyümüşsün!" dedim. "Sesim değişmiş değil mi?" dedi gülerek. Annesinden, babasından, kardeşlerinden, bu sene bitireceği okuldan bahsettik. 8.sınıfı bitiriyordu bu sene. Şu OKS sınavı herkesin kabusu ya, "sen de giriyor musun?" diye sordum. "Hayır." dedi. Başvuru için gereken parayı, ancak son gün, geç saatte bulabilmiş babası; yetiştirememişler. "Okulları da gidip gezmiştik müdürle. Güzel yerlerdi ama olsun, kısmet böylesiymiş." dedi. Kısmet böylesi miydi??? Keşke daha önce aramış olsaydım.
Kitap oku dedim, bol bol. Bütün zamanını televizyon izleyerek geçirme. Ona gönderdiğim kitabı okuduğundan, hatta okuduktan sonra okulun kitaplığına verdiğinden, arkadaşlarının da okuduğundan bahsetti. Sevindim... Okuması kadar, paylaşmasına da.
O kalabalık ve maddi imkanları sınırlı ailenin, 17 yaşında evlendirilen kızı olmasın istiyorum Çiya. Hayalleri olsun, başka bir dünyaya kapı açmak için kendini zorlasın istiyorum. Geçen gün izlediğimiz "O... Çocukları" filminde vardı bu durum. Şu hayatta birilerinin, insanların çaresizliğinden, hayatın onlara sunduğu mecburiyetlerinden çıkar sağlıyor olması; o insanların, asıl bu halleriyle onlara yarar sağladığını düşünüyor olmaları ne acı. İstediğim şeyler, arada birkaç parça şey yollayıp, arayıp hal-hatır sormakla olmaz, biliyorum. Keşke daha fazlasını yapabilsem, keşke... Birileri "Dur!" demez mi artık, yanlış giden bunca şeye?

Mayıs/2008

27 Mayıs 2008 Salı

"İnsan değil, denklemim!"

Nasıl da karmakarışık oluyor herşey bir anda. En çok istediklerimiz bile nasıl manasızlaşıyor bazen. Hayat koca bir boşluk oluyor ve hiçbirşey yapmak istemiyor insan.
Bu başlık, bir kitaptan alıntı. Okurken çok yakın geldi bu cümle bana. Kendini tanımlamak için bu cümleyi kullanan karakter de, bana benziyordu biraz. Bana benziyordu, ben de o duyguları tanıyordum...
Size de olmuş mudur acaba? Başkasında gördüğünüz ve çok yakıştığını düşündüğünüz, sadece bu yüzden bile sevebileceğiniz bazı şeyler vardır. Bir durum, bir eşya, bir kıyafet; artık her ne ise o şey. Gördüğünüzde çok güzeldir ama kendinize yakıştıramazsınız, size uymayacağını bilirsiniz. Ama aynı zamanda olsun da istersiniz. Bu kararsızlık, aynı durumla her karşılaşmanızda yapışır yakanıza. Hep aynı şeyleri düşündürür size bu karşılaşmalar ve hiçbir sonuca varamazsınız. Ve o anda, herşey anlamsız gelmeye başlar, hayatınızın kilit noktasıymış gibi o şey.
Yakın dostları olan mutlu bir çiftin evliliğine hayran oluyor adam. Belki sadece bu yüzden evliliği düşünmeye başlıyor. Hayatına giren tüm kadınları ve onlardan biriyle olası bir evliliğin imkansızlığını düşünüyor. "Beni de böyle anlayan, böyle seven bir kadın olsa, evlenirdim." diyor, bir evliliği yürütemeyeceğini içten içe bilerek.
İsteklerini yapabilecekleri ile dengelemekte, yapamayacağını bildiklerini gizli gizli istemekte, var insan doğasında. Başını yastığa koyduğunda o isteklerini yaşatmak; kendi kendine, en olmayacak şeyleri bile oldu varsaymak var. Daha ne istediğini bile bilememek var sonra. İsteklerini çözememek var. İşte o hallerde, bu sözü ben de söyleyebilirim; "İnsan değil, denklemim!"

Mayıs/2008

26 Mayıs 2008 Pazartesi

2000'lerde çocuk olmak

Son zamanlarda sıkça rastladığımız, parklara konulan kondüsyon aletlerinin bulunduğu bölümden, bizim evin yakınlarındaki bir parka da yapılmış. Annem, "gidelim" deyip duruyordu ne zamandır. Cumartesi günü, bir fırsatını yakalayıp gittik beraber. Ayağımızı sürümüşüz gibi, gider gitmez kalabalıklaştı park.
Önce, bir grup genç geldi. Bir yandan kırıp, yıkmak adına gerekli birçok eylemi yaparken; diğer yandan, bize pişkin pişkin cevap verip, ayrıldılar parktan. Sonra bir hanım, annesi ve 10-11 yaşlarındaki oğluyla geldi. Küçük çocuklar gibi mızıldayan oğluna, "Biraz duralım annecim, birazdan gideceğiz." gibi gayet narin açıklamalar yaparken, herşey gayet normal görünüyordu. Çocuk sabrını zorlamaya başlayınca, "gözlerime baksana" tavrına dönüştü iş. Beni asıl şok eden şey de, o zaman oldu zaten. "Bakıyorum ama hiçbir b.k göremiyorum." dedi çocuk. Çok yakındık ve duymamış olmama imkan yoktu. Kulağımdaki kulaklıkların da katkısıyla, yüzümü başka yöne çevirip, duymamış gibi yaptım. Bir an, kendimi kadının yerinde düşündüm. Çok zor şey çocuk büyütmek.
Kendi çocukluğumdan hatırladığım dönemleri düşündüm. Bırakın "gözüme bak" sözünü dillendirmeyi, annem gözümüze baktığında, ne demek istediğini anlardık biz. Onlar bizi yetiştirirken, ne psikolojiden haberleri vardı, ne travmadan, ne de başka birşeyden. Bazen, "keşke şöyle yapsalardı." dediğim şeyler olmasına rağmen; kendini kontrol etmeyi, düşünebilmeyi, saygı gösterebilmeyi aşılayan bu çocuk büyütme tarzına, teşekkürü borç bileceğim hep.
Geçenlerde tezgahta otururken gördüğüm o küçük kız geldi sonra aklıma. Annesi, babası ve küçük kardeşiyle pazar gezmesine çıkmışlardı. Kardeşinin eline, paketini açıp, kağıt helva verdi babası. Kız durdu ve "Sana inanamıyorum. Sabahtan beri ne kadar çok şeyi karıştırıp yedi. Sana inanamıyorum." dedi. Bunu öyle bir tavırla söyledi ki, kendini görmesem, sesi de kendini belli etmese, benim yaşlarımda bir kız konuştu sanabilirdim. Halbuki 7-8 yaşlarındaydı bu kız.
Artık normal mi karşılamalıyız böyle şeyleri, yani ben de mi var bir problem bilmiyorum? Hala yadırgıyorum. Ve hala yadırgamanın doğru olduğunu düşünüyorum. "O yaşlarda çocuk olamayanlar, o yaşlarda saygıyı benliklerinin bir yerine yerleştiremeyenler, ileride ne olabilirler acaba?" diye düşünmeden de edemiyorum...

Mayıs/2008

28 Mart 2008 Cuma

Renklerin dili

Gülün, mendilin renklerine anlamlar yükledi insanoğlu. Kendisi konuşamadığında tercüman etti hislerine. Aşk dediler kimisine, kimisine ayrılık, kimine hasret. İstiyorlar ki, kokusu bile olmayan kırmızı güller, aşkı anlatsın sevdiklerine. Galiba koklamadığın sürece aşktı kırmızı güller. Ya da gülü tercüman saydıkları, sadece görüntüye olan aşklarıydı. Ancak bu durumda mantığıyla çelişmez yaptıkları.
Çiçeklerin manidar renkleri gibi, insanları da anlatan ya da insanların vazgeçemediği renkler vardır. Ben mavi ve yeşile delicesine bağlanmışımdır. Özellikle de mavi. Huzur verir bana, mutluluk verir. Gökyüzünü, denizi hatırlatır. Tabi onlarda özgürlüğü duyumsatır içimde. Acaba maviyi gökyüzüyle mi sevdim ben, yoksa gökyüzüne mavi ile mi tutkun oldum? Kaynağını bile bilmediğim kadar uzun zamandır seviyorum maviyi ben. En sıkıntılı zamanlarımda bile gözlerimi göğe kaldırıp, o mavi görmeyi isteyecek kadar tutkun ve bu durumdan oldukça memnunum.
Geçmiş zamanlarda, benim bu renklere olan beğenimi bilen biri bir kıyas yapmıştı. "Yeşil seni hüzünlü gösteriyor, mavi ışıltılı." demişti. Belki de yeşilin, onun söylediği gibi hüzünlü yanımı açık eden bir tarafı vardı. Ama ben vazgeçmedim hiç sevmekten, kendimi bu renklerle ifade etmekten. Memleketimin rengi yeşil, aslımın olduğu yerin rengi. Çocukluğumdan beri içinde olduğum, içimde olandı.
Renkler kandırdı çoğu zaman, kararsız kaldığımda ya da hiçbir beğenim olmadığımda. Tıpkı denizi her gördüğümde, her yeşile baktığımda yaşama kandığım gibi...

Mart/2008

26 Şubat 2008 Salı

Bana aşkı anlatabilir misiniz?

Bugünlerde gerçek hayattan bir hikayenin, birinci ağızdan yazılmış günlüğünü okuyorum. Evli bir adam, onu çok seven başka bir kadın ve o kadının ilişkileri boyunca yaşadığı ruh hali. Zaten benim kitabı alma nedenim de bu idi. Bunun nasıl bir ruh hali olduğunu merak etmiştim. Çünkü hiç anlayabilmiş değilim, nasıl oluyor da bu kadınlar kendilerini bu kadar hiçe saydırabiliyorlar.
Kaçamak zamanlarda yanınıza sığınan birinin, hem de bitiremediği başka bir ilişkiden koşar adım geliyorsa size; söylediği hangi güzel söze, nasıl inanabilirsiniz ki? "Senin yanında öyle huzurluyum ki, oysa onun yanında nefes bile alamıyorum." Gerçekten mi? Peki bunun doğruluğuna nasıl inanabiliriz?
Ben yaşayacağım şeyi, önce aklımın süzgecinden geçirip, sonra makul bir yolda ilerletmekten yanayım. Önce kararımı verip, canım yansa da onu uygulayanlardanım. Biliyorum duygulardan bahsediyoruz. Akıl, makul yol ne arar diyebilirsiniz. Ben de diyorum ki size, hissettiğimiz herşeyi yönlendirebiliriz aslında. Sadece istemek ve zaman vermek gerek kendimize. Ya da vazgeçemeyecek, yönlendiremeyecek kadar büyük bir duygu ile başım dönmedi henüz benim, o yüzden böyle düşünüyorum ben. Bilmiyorum ki...
Kitapta aşk diye bahsedilen şey, kocaman bir akılsızlık örneği gibiydi. Gerçi tam da bu yüzden, yaşadıklarıyla yüzleşmek için yazmış sahibi de. Aşk dediği, karşısına süslenip çıkmalarının üstüne, süslü cümleler kurup anlattığı adama tanıdığı imtiyazlardı. Yaşayamadığı, eksik kalmış, yaşamayı düşlediği, içinde büyüttüğü şeylerdi. Belki de tam da bu idi aşk, kimbilir. Ama diyorum ya, okurken bu nasıl bir akılsızlık diye düşündüm ben. Ve böyle birşeye inanmadığımı.
Giderek daha mı duygusuz oluyorum dersiniz? Ama neden? Bir aşk tanımına sahip olmamak ya da ona inanmamak, neden bir duygusuzluk sebebi olsun ki? Olsa olsa bir yokluğun öğrettiği objektif olma yeteneğidir.
Aklım almadı okuduklarımı, yüreğim ise hazmedemedi, kendini bile bile ateşe atan bir kadını. Anlamıyorum yaptığınız tanımlamaları, bir sebep göremiyorum yaşadıklarınızı gerekli kılacak. Tek sebebiniz aşk ise, ben bilmiyorum. Soruyorum size, "bana aşkı anlatabilir misiniz?" diye...

Şubat/2008

14 Şubat 2008 Perşembe

Acının Rengi...

Dün akşam, uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı gördüm. İşten biraz geç çıkmış, dalgın dalgın otobüs beklerken, o da gelmişti benden beter bir dalgınlıkla. İşlerden, yoğunluktan, yorgunluktan konuştuk bir süre. Sonra tahmin ettiğim ama sormaya çekindiğim soruyu sordum fısıldayarak. "Baban rahatsızmış sanırım?" Sormamla birlikte, tahmin ettiğimden de büyük bir acının içinde olduğunu anladım.
Sorumsuz ve dikkatsiz bir sürücünün sebep olduğu bir trafik kazasında, ölümden kıl payı kurtulmuş babası. Ve eylül ayından beri yoğun bakımdaymış. "Çok kötü zamanlar geçirdim tülay" dedi. "Ben bu kadar yakın ve derin bir acı yaşamamıştım. Aslında sevdiklerimizin sağlıklı olup, hayatta olmasından başka birşey istemiyormuş insan. Bu öyle bir acı ki, anlatamam." O bunları söylerken, bir hastalığın, hele de karşısında elin kolun bağlı, çaresiz kaldığın bir durumun acısı yanında, yakındığım onca şey için öyle utandım ki içten içe.
5-6 sene evvel, en yakın arkadaşımın annesi ameliyat olmuş; tam da üstüne gelen diğer başka problemlerle de boğulmuştu sıkıntıdan. Yanına giderdim, dertleşirdik. Anlattıkları içimde öyle yer ederdi ki, uyuyamazdım geceleri. Bazen kendimi rahatlatmaya çalışır, kendi durumumda öyle problemler olmadığı için mutlu olmaya çabalardım. Ama olmazdı. Olanları, onun sıkıntı çektiğini bilirken, yapamazdım birtürlü. Öyleyim hala. Dünden beri arkadaşımın yerine kendimi koyuyor ve derin derin iç çekip, dua ediyorum.
Yolculuğumuz bitince iyi dileklerimi ve dualarımı söyleyip, indim otobüsten. Eve yürürken babamla karşılaştım. Yine iki yabancı gibi konuşurken üstünkörü, nasıl davranacağımı bilemediğim o uzaklık yüzünden her zamanki gibi ayrılmışken birbirimizden; "Allahım" dedim içimden. "Biliyorum, şu an onunla karşılaşmam tesadüf değil. Hastalığında ne kadar acı çekiyor insanlar, sen şanslısın diyorsun bana elbet. Ama zor, düşlediklerimi gerçekleştirmek çok zor."
Hayatımda, suçlu ya da suçsuz, tarafı bulunduğum her olayla yüzleştim. Ertelemiyorum hiçbir yüzleşmeyi. Birtek bu konu, hep ertelediğim. İçimde tetikte bekleyen bir tek bu. Çözemediğim, kaldıkça derinleşen, derinleştikçe daha çok acıtan. Yorgunum çözmeye çalışmaktan. Ve böyle sürüp gidecekse eğer, daha da çok yorulacağım anlaşılan...

Şubat/2008

29 Ocak 2008 Salı

Parpali

Kanatları rengarenk, ömrü kısa ve kendisi gibi renkli mi bilinmez. O küçük gövdesine ilişik kanatlarını maharetle kullanan.
Küçük bir kelebek, renkli çiçek bahçelerinde kendini gören. Gördüğü renklerle uzun bir ömre kanan ve sonra uyanan, kurduğu düşten.
Bir umudun peşinde gidip gidip gelen, tam tükeneceği noktada yeniden başlayan. Ama en nihayetinde, o bilindik, o kaçınılmaz sona doğru yol alan. Umut vaad eden belki ama kendi umutsuz.
İsmi bile bir bahar, bir yaz anımsatan, bir küçük kelebek işte. Hepsi o kadar.

Ocak/2008

26 Aralık 2007 Çarşamba

Takvimlerden haberin yok mu?

Bir zamanların şenlikli, belki de bazen, ses ve karmaşanın merkezi olmasından bıkılmış eski bir ev. Karşıda dağlar, diğer köyler; sağ tarafta o tanıdık elma ağacı.
Kapının girişinde, güneşi yolcu eden ev sahibi gibi bir bekleyiş var.
Ailedeki yaşlılar teker teker göçüyorlar bu diyardan, kalanlar ise yaşlanıyor. Genç nesil, başka şehirler seçiyor, hayatını sürdürmek için. Ve sonuçta kaçınılmaz bir yalnızlık ve ıssızlık yeri oluyor buralar. Kalabalık, eğlenceli sofraların kurulduğu o ev olmaktan artık çok uzak.
Bahsettiğim bir köy evi, bizim köyde bulunan. Dün gece, ansızın bir rüyanın ortasında, kendimi orada buldum. O kadar sessizdi ki, ürktüm. Aslında ben korkmazdım sessizlikten. Belki de korkutan sessizlik değil, oraların bu hale gelmesiydi. Yani delicesine akıp geçen zaman korkuttu beni. Ne çabuk geçmişti onca yıl, hiç farkına varmadan. Her şey nasılda hızla uzağımızda kalmıştı.
Annem mesela. Ben hep aynı yaşta, hep aynı görünüşte kalacak sanırdım annemi. İğneye iplik geçirmekte zorlandığında ya da bir şey yapabilmek için gözlüğe gereksinim duymaya başladığında, durup "buralara ne zaman vardık ki?" diye sormuştum kendime. Bilmiyordum, bilmiyorduk. Hiçbirimiz farkında değildik çünkü. Ama zaman geçiyordu. En sıkıcı anlarda geçmiyormuş gibi gelmesine rağmen hem de. Şimdi neyin hesabı bu tuttuğum, onu da bilmiyorum.
Kimliği belirsiz yarınların hapsettiği bir gelecek var önümde. Yeni bir yıl daha geliyor yine. Unutmadığım, unutamadığım, yaşadığım her şey heybemde. Yeni umutlar, yeni heyecanlar düşlüyorum şu gelen yılın arifesinde.
Umarım düşlerimiz kadar özgür ve mutlu yeni zamanlar ayırabiliriz kendimize, geçen yılda olduğu gibi çok geç kalmadan. Unutmayın, bu yıl da yine çok hızlı akacaktır zaman.

Aralık/2007