30 Mayıs 2008 Cuma

İstanbul'da bir Mart günü...

Benim aksime, kapalı havaları seven Gülüş'e. Benden değil, İstanbul'dan :)

Gri bir gökyüzü var, mart ayının bu gününde. Sokağa çıkıp, az evvel dinen yağmurun ıslattığı sokaklardan geçiyorsun. Eski bir otobüsün cam kenarında, nereye gideceğini bilmeden evden çıktığın aklına geliyor. Hatta otobüse nasıl bindiğini de hatırlamıyorsun.
Bu cumartesi gününe, işe gideceğini sanarak başladın belki, belki de bu gün mesai vardı zaten. Peki Cumartesi miydi bugün? Otobüs diğer zamanlara nispeten boş. Cumartesi olması muhtemel.
Otobüsün son durağında indin. Buraya yağmur yağmamış ama hava alabildiğine kara bulutlarla kaplı. Sahile inip, sevdiğin bu havada yürüyorsun, sahil boyu. Rüzgar sert esiyor burada ve kimsecikler yok senden başka. İçindeki kalabalığa, en uygun yer burası olmalı.
Bir banka oturup denizi izliyorsun. Hava, senin için biçilmiş kaftan. Dalga sesi, rüzgar uğultusu buna eşlik ediyor. Bugün senin günün olmalı. Ki öyle, doğum günün bugün. Sabahın bu erken saatinde, yeni yaşına dair güzel dilekler içeren mesajlarla doldu telefonun. Geçen yaşına ihanetten yargılanacak kadar, vefasız o dilekler ve her yeni yaşla yinelenecek kadar inatçı. Ama yine de hepsi senin bugün. Birtek sen kendinin değilsin.
Olmasını istediklerin, gelmesini beklediklerin, yine tembel davrandılar geçen yıl. Ama sahip olduklarında öyle ki, ayrılmadılar bak yanından. Şimdi sana düşen, mukayeselerden kurtulmak. İşte yağmurda başladı. Herhangi bir gün, herhangi bir yerde, seni ıslatmasını istediğin yağmur, işte şimdi hediye oluyor sana. Bu yağmur, toprak kokusu duyulmayan ama taşı toprağı altın bu şehrin, sana hediyesi. Güle güle ıslan...

Mayıs/2008

Görünenin ardındaki

Bir komşumuzla ayaküstü sohbet ediyorduk tezgahta. O sırada, bizim sokağın tezgahçılarından biri, geçerken selam verdi komşumuza. Kısa bir hal-hatır sorma merasimi oldu. Ben katılmadım konuşmaya, merhabalaştık sadece. O kadın ile hiç konuşmuşluğum yoktu, olsun da istemezdim. Yüzünden riyakarlık akan, samimiyetsiz biriydi. Yapmacık tavırla canım-cicim konuşmalarına da, ayrıca sinir oluyordum.
Kadın gittikten sonra; "Ne kadar ukalasın. Diyorum inanmıyorsun, bak işte kanıtı." dedi komşumuz. "Bunun ukalalıkla ne alakası var. Sevmediğim birine, seviyormuşum gibi davranamam. Çok mecburiysem selam veririm işte böyle" dedim. "Hem bu konuda bana karışmayın artık. Herkesle konuşmak zorunda değilim ki!"
Yanındayken kendisiyle, iki adım öteye gidince yaptıkları ve yapmadıklarıyla yakinen ilgili bulunmak, midemi bulandırıyor. Bu yüzden ukala oluyor adım.
Lisedeki yakın arkadaşlarımdan biriyle, ilk zamanlar sinir olurduk birbirimize. Ortaokuldan birkaç arkadaşımla, lisede aynı okulda olmakla kalmamış, yeniden aynı sınıfta, aynı sırada okumaya başlamıştık. Arka sırada, bizimkilerin pek sıkı fıkı olduğu bir kız vardı. Boş derslerde arkaya döner, gırgır, şamata yaparlardı. Ben birşeyler karalardım kendi kendime. Mesafeliydim ona karşı, katılmazdım aralarına. Tanıştıktan sonra söylemişti, benim için her fırsatta "ukala" dediğini. Sonra tüm hayatının kapılarını açtı bu "ukala"ya. En iyi arkadaşlarından biri olmuştum.
İnsanlarla çoğu zaman geç iletişim kurarım, evet. İletişim konusunda, belki bilinçli, belki içgüdüsel bir geri planda kalma hali var bende. İnsan, bazı kişilik özelliklerini değiştiremiyor işte. Ve bu hal ile, yanıldığımda oldu, belki yanılttığımda. Ama hepsinde ben, yine aynı bendim. Farklı beklentiler ve karşılıklar sebepti yanılgılara, zamana göre değişen kişilikler değil. Belkide böyle olmaması gereklidir ama ben başka türlüsünü bilemedim.
Bu kadar yalana, kandırılmaya alışmış bir toplumda, bezen doğru, insanlara fazla gelir. Ve gerçek, sadece görmek isteyenlerindir.

Mayıs/2008

29 Mayıs 2008 Perşembe

Mektup demişken...

İlkokul zamanlarımda, Ankara'da okuyan bir akrabamız vardı. Yazları memlekette olmak, onunla daha güzel olurdu. Ablamdı... O küçücük yaşıma rağmen, herşeyi anlatırdı bana. Ailesinden sakladığı bir sevgilisi vardı. Sevgilisinin resmini yerleştirdiği, cüzdanındaki resim yerinin üstüne, bıyık karalaması yapmıştı. Resim çıkınca, garip bir karalama olup kalan bıyıkları, bir ben bilirdim mesela.
Yaz tatili bitip, ben İstanbul'a, o da Ankara'ya döndüğünde, mektuplaşmaya başlardık. Mektup, ilk o zaman dahil olmuştu hayatıma. Seviyordum ona mektup yazmayı, ondan gelen cevapları okumayı. Mektuplarımı arkadaşlarıyla birlikte okuduğunu yazardı. "Herkes çok beğeniyor yazdıklarını." derdi. Ben de, "yazdığım neyi beğeniyorlar?" diye düşünüp dururdum. Havadan, sudandı yazdıklarım. Ama yazım güzel olsun, anlattıklarım düzgün olsun diye uğraşılmıştı.
Mektubun hep farklı bir tadı olduğunu düşündüm ben. Size özeldi, sizin için yazılırdı. Bu yüzden, yarım saat mesafedeki arkadaşlarımdan alınmış mektuplarım da oldu; uzak yollardan gelen, sevgiliden alınmış mektuplarım da.
Rahmetli anneannemin sakladığı, annemin gönderdiği mektupları, her yaz tekrar okurdum, bıkmadan. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi. Yazılan kalemin kağıtta oluşturduğu ize, hatta ilkokuldayken, kurşun kalemle yazılmış o sayfaların hışırtısına hep hayran olmuştum.
Sakladığım tüm mektupları çıkardım dün akşam. Seçe seçe okudum, geçmişten kalanları. Bazen niye olduğunu bile anlamadığım onca şeye rağmen, geçmiş zaman tanıklarım mektuplara, o mektupların tanıklık ettiği yaşadıklarıma, iyi ki varsınız dedim...

Mayıs/2008

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Uzaklardan mektuplar...

2005 yılında, www.kardesinisec.com sitesinden bir kardeş seçmiştim kendime. Şırnak, Cizre'de yaşayan, sekiz çocuklu bir ailenin, en büyük çocuğu Çiya. Sitede sadece isimlerini ve şehirleri görebildiğimiz için, ismi dikkatimi çekmiş ve öyle karar vermiştim.
Kardeş seçtiğimi sitede belirtmemden sonra, bunu ona haber vermeye gelmişti iş. Önce ne yazacağımı bilememiştim. "Nasıl yaklaşılır?", "durumu nedir?", "ne ister?"; tüm bunlar nasıl sorulur karar verememiştim. Sonra içimden gelen herşeyi yazmaya, hergün konuştuğum biriymiş gibi, sormaya başladım öğrenmek istediklerimi. Sitede, "ilk mektupta birşey göndermeyin" diye özellikle belirtmelerine rağmen, bir paket çikolata yerleştirdim zarfa. Belki erirdi gidene kadar, belki mektup eline bile ulaşmazdı. Ama ulaşırsa, paketin içinden çıkan çikolatayla mutlu olur diye düşünüp, özenle yazdığım mektuba iliştirmiştim paketi. Sonra heyecanla cevabını beklemiştim.
"Hayatımda aldığım ilk mektup bu" diyordu, yamuk yumuk harfleriyle. Cevap mektubunu, birkaç hafta çantamda dolaştırdığımı hatırlıyorum. Hep kendim için düşündüğüm, "şartlar başka olsaydı, herşey başka olabilirdi." tezi, onun için de geçerliydi.
Maddi durumları olmadığı için, 3. sınıfta okuldan almak zorunda kalmış babası. Çocuğunu okula göndermeyenlere ceza verileceği için ise, yeniden göndermeye başlamış okula. Biz tanıştığımızda 5.sınıfa gidiyordu. Yaşından beklenmeyecek kadar ince düşünceli ve ifade yeteneği gelişmiş bir küçük kızdı Çiya. Ablası oldum... Bana abla derken ne kadar içten söylediğini, konuşurken ne kadar mutlu olduğunu bilen ablası oldum hemde.
En son görüşmemizin üzerinden ne kadar çok zaman geçtiğini farkettim dün. Ne kadar kaptırmıştım kendimi, kendi hayat gaileme. İşlerin rahatlığını da fırsat bilerek, sarıldım telefona. Sesi değişmişti, tanıyamadım telefonu açtığında. "Sen ne kadar büyümüşsün!" dedim. "Sesim değişmiş değil mi?" dedi gülerek. Annesinden, babasından, kardeşlerinden, bu sene bitireceği okuldan bahsettik. 8.sınıfı bitiriyordu bu sene. Şu OKS sınavı herkesin kabusu ya, "sen de giriyor musun?" diye sordum. "Hayır." dedi. Başvuru için gereken parayı, ancak son gün, geç saatte bulabilmiş babası; yetiştirememişler. "Okulları da gidip gezmiştik müdürle. Güzel yerlerdi ama olsun, kısmet böylesiymiş." dedi. Kısmet böylesi miydi??? Keşke daha önce aramış olsaydım.
Kitap oku dedim, bol bol. Bütün zamanını televizyon izleyerek geçirme. Ona gönderdiğim kitabı okuduğundan, hatta okuduktan sonra okulun kitaplığına verdiğinden, arkadaşlarının da okuduğundan bahsetti. Sevindim... Okuması kadar, paylaşmasına da.
O kalabalık ve maddi imkanları sınırlı ailenin, 17 yaşında evlendirilen kızı olmasın istiyorum Çiya. Hayalleri olsun, başka bir dünyaya kapı açmak için kendini zorlasın istiyorum. Geçen gün izlediğimiz "O... Çocukları" filminde vardı bu durum. Şu hayatta birilerinin, insanların çaresizliğinden, hayatın onlara sunduğu mecburiyetlerinden çıkar sağlıyor olması; o insanların, asıl bu halleriyle onlara yarar sağladığını düşünüyor olmaları ne acı. İstediğim şeyler, arada birkaç parça şey yollayıp, arayıp hal-hatır sormakla olmaz, biliyorum. Keşke daha fazlasını yapabilsem, keşke... Birileri "Dur!" demez mi artık, yanlış giden bunca şeye?

Mayıs/2008

27 Mayıs 2008 Salı

"İnsan değil, denklemim!"

Nasıl da karmakarışık oluyor herşey bir anda. En çok istediklerimiz bile nasıl manasızlaşıyor bazen. Hayat koca bir boşluk oluyor ve hiçbirşey yapmak istemiyor insan.
Bu başlık, bir kitaptan alıntı. Okurken çok yakın geldi bu cümle bana. Kendini tanımlamak için bu cümleyi kullanan karakter de, bana benziyordu biraz. Bana benziyordu, ben de o duyguları tanıyordum...
Size de olmuş mudur acaba? Başkasında gördüğünüz ve çok yakıştığını düşündüğünüz, sadece bu yüzden bile sevebileceğiniz bazı şeyler vardır. Bir durum, bir eşya, bir kıyafet; artık her ne ise o şey. Gördüğünüzde çok güzeldir ama kendinize yakıştıramazsınız, size uymayacağını bilirsiniz. Ama aynı zamanda olsun da istersiniz. Bu kararsızlık, aynı durumla her karşılaşmanızda yapışır yakanıza. Hep aynı şeyleri düşündürür size bu karşılaşmalar ve hiçbir sonuca varamazsınız. Ve o anda, herşey anlamsız gelmeye başlar, hayatınızın kilit noktasıymış gibi o şey.
Yakın dostları olan mutlu bir çiftin evliliğine hayran oluyor adam. Belki sadece bu yüzden evliliği düşünmeye başlıyor. Hayatına giren tüm kadınları ve onlardan biriyle olası bir evliliğin imkansızlığını düşünüyor. "Beni de böyle anlayan, böyle seven bir kadın olsa, evlenirdim." diyor, bir evliliği yürütemeyeceğini içten içe bilerek.
İsteklerini yapabilecekleri ile dengelemekte, yapamayacağını bildiklerini gizli gizli istemekte, var insan doğasında. Başını yastığa koyduğunda o isteklerini yaşatmak; kendi kendine, en olmayacak şeyleri bile oldu varsaymak var. Daha ne istediğini bile bilememek var sonra. İsteklerini çözememek var. İşte o hallerde, bu sözü ben de söyleyebilirim; "İnsan değil, denklemim!"

Mayıs/2008

26 Mayıs 2008 Pazartesi

2000'lerde çocuk olmak

Son zamanlarda sıkça rastladığımız, parklara konulan kondüsyon aletlerinin bulunduğu bölümden, bizim evin yakınlarındaki bir parka da yapılmış. Annem, "gidelim" deyip duruyordu ne zamandır. Cumartesi günü, bir fırsatını yakalayıp gittik beraber. Ayağımızı sürümüşüz gibi, gider gitmez kalabalıklaştı park.
Önce, bir grup genç geldi. Bir yandan kırıp, yıkmak adına gerekli birçok eylemi yaparken; diğer yandan, bize pişkin pişkin cevap verip, ayrıldılar parktan. Sonra bir hanım, annesi ve 10-11 yaşlarındaki oğluyla geldi. Küçük çocuklar gibi mızıldayan oğluna, "Biraz duralım annecim, birazdan gideceğiz." gibi gayet narin açıklamalar yaparken, herşey gayet normal görünüyordu. Çocuk sabrını zorlamaya başlayınca, "gözlerime baksana" tavrına dönüştü iş. Beni asıl şok eden şey de, o zaman oldu zaten. "Bakıyorum ama hiçbir b.k göremiyorum." dedi çocuk. Çok yakındık ve duymamış olmama imkan yoktu. Kulağımdaki kulaklıkların da katkısıyla, yüzümü başka yöne çevirip, duymamış gibi yaptım. Bir an, kendimi kadının yerinde düşündüm. Çok zor şey çocuk büyütmek.
Kendi çocukluğumdan hatırladığım dönemleri düşündüm. Bırakın "gözüme bak" sözünü dillendirmeyi, annem gözümüze baktığında, ne demek istediğini anlardık biz. Onlar bizi yetiştirirken, ne psikolojiden haberleri vardı, ne travmadan, ne de başka birşeyden. Bazen, "keşke şöyle yapsalardı." dediğim şeyler olmasına rağmen; kendini kontrol etmeyi, düşünebilmeyi, saygı gösterebilmeyi aşılayan bu çocuk büyütme tarzına, teşekkürü borç bileceğim hep.
Geçenlerde tezgahta otururken gördüğüm o küçük kız geldi sonra aklıma. Annesi, babası ve küçük kardeşiyle pazar gezmesine çıkmışlardı. Kardeşinin eline, paketini açıp, kağıt helva verdi babası. Kız durdu ve "Sana inanamıyorum. Sabahtan beri ne kadar çok şeyi karıştırıp yedi. Sana inanamıyorum." dedi. Bunu öyle bir tavırla söyledi ki, kendini görmesem, sesi de kendini belli etmese, benim yaşlarımda bir kız konuştu sanabilirdim. Halbuki 7-8 yaşlarındaydı bu kız.
Artık normal mi karşılamalıyız böyle şeyleri, yani ben de mi var bir problem bilmiyorum? Hala yadırgıyorum. Ve hala yadırgamanın doğru olduğunu düşünüyorum. "O yaşlarda çocuk olamayanlar, o yaşlarda saygıyı benliklerinin bir yerine yerleştiremeyenler, ileride ne olabilirler acaba?" diye düşünmeden de edemiyorum...

Mayıs/2008

23 Mayıs 2008 Cuma

İçimdekiler

Sevdiğim şiirlerden kendime ayırdığım cümleler gibi özel, ama aynı zamanda çok bilindik bu durum. Neleri özlüyorum şimdi ve neleri özleyecek kadar uzakta bırakmayı diliyorum, söylemek zor. Filmlere inanmak, şarkılarla içlenmek gereksiz. Ve bütün ihtimallerim, bir anda imkansıza dönüşecek kadar kadersiz.
Süslü cümlelerin ardına saklanmış hayal kırıklıkları, başlamadan bitenler ve yine aynı soru: "Niye?" Tesadüflerin perçinlediği yakınlık hissi, bu kadar rastlaşmaya garip anlamlar yüklemek ve ne yazık ki, "belki" demek. "Belki bu sefer?" "Belki bu, "o"dur?"
Sorular, sorular... Peki ya sonra? Sonrası koca bir hiç. Kendini inandırdıklarından vazgeçirme zamanı. Başka hikayelerin kahramanından vazgeçme zamanı. Esen rüzgarın bütün "belki"leri, bütün beklentileri alıp götürmesini beklemenin zamanı.
Doğru yer, doğru zaman yok. Doğru insan? Sanmıyorum... Başka diyarların hayali bile değiştirmez bu durumu, biliyorum. Ve bildiklerim, bana bile yetmiyorken bugün, içimdekileri gözlerimden okuyabileceğini sanıp, her fırsatta senden kaçınmak, birtek bana mahsus olabilir galiba. Sen bu durumun farkında bile olamasanda...

Mayıs/2008

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Çare mi?

Yaşadığımız her olay ile, başka başka duyguları tadıyor yüreğimiz. Tarifi yok aslında bazı duyguların. Sadece nafile bir çabamız var bizim, onları anlatmaya yönelik. Bazen bırakın anlatmayı, kendi içimizde bile adlandıramıyoruz yaşadığımız şeyleri.
Çok zamanlar sonra adlandırabildiğim şeyler geliyor aklıma benim de, düşündükçe. Bazen sabrıma, bazen hıncıma şaşırıyorum yaşananlar karşısında. Benim dışımda gelişen ama beni de yakından ilgilendiren bazı durumlar karşısındaki çaresizliğimi, yeni yeni farkediyorum ben.
Öyle şeyler oluyor ki bazen, bir bulunma halinden, bir anda tereddütten de öte, bir yabancılık hissine itiyor insanı, yaşadıkları. "Atsan atılmaz, satsan satılmaz." bir duruma getiriyor. Tepki versen büyütecek, sussan kabullenecek oluyorsun. Ve en çok bu hal can acıtıyor, biliyorsun. Sen de tepkilerini törpülemeyi deniyorsun, bu çare ise eğer. Ve bazen mecbur kalıyorsun tüm hatırladıklarına. Zaten en çok bu mecburiyetler yaralıyor şimdi.
Belki çaresizliğin en önemli tanımı değil hatırımdakiler ama bildiğin bir çaresizlik tanımı üstünden geçtiğim. Bu hallerimi bana hatırlatan ise bir fotoğraf karesi. Çenesini yasladığı elinin çevrelediği o minicik yüzü, önünden geçen çocuğun elindeki gofrete dönüktü. Yanında oturan kadının üzgün bakışları ise, çocuğun gözleri gofrete kilitlenmiş halinde. Bakışlarından belli ki, bir çaresizlikti yaşadığı. O kadar çok şey vardı ki bakışlarında. Üzüntü, suçluluk, korku...
Hepsi bir karmaşa içinde, gelip oturmuştu kadıncağızın yüreğine. Çaresizdi. Ve belki de en çok, hissettiklerini dillendiremediği içindi çaresizliği...

Mayıs/2008

20 Mayıs 2008 Salı

Yalnız Değilsiniz (?)

Bir duvara kocaman yazılmıştı bu cümle. Yalnız değildik, öyle diyordu. Sürekli böyle söylüyordu birileri ve bazen de biz fısıldıyorduk birilerine hevesle. Benzer şeylere üzülürken yalnız değildik. Benzer şeyler düşlerken, benzer şeyler için mücadele ederken. Ama inadına yalnızdık işte yine. En kocaman harflerle, koca koca duvarlara yazmış olsak bile. Öyle derinden ve kimi zaman öyle acıtıcıydı ki bu yalnızlık.
İstiklal'de bulunan şu meşhur kahve falı kafelerinden birine gitmiştik dün. "Çok kalabalıklar görüyorum etrafında ama kendi içinde yalnızsın." demişti çocuk, fincanı bile bırakıp, yüzüme bakarken. Yalnızdım yalnız olmasına da, bunu biri böyle yüzüme söyleyince pek hoş olmamıştı.
Adamakıllı konuşulabilecek arkadaşlarım, içimdekileri anlatırken çekinmediğim dostlarım olmasına rağmen, ailem yanımda olmasına rağmen yalnızdım. Bazen hepsini alt ederek su yüzüne çıkmayı başaran, azimli bir duygu bende yalnızlık. En kalabalıklarda, tek başına kalmayı istetecek kadar güçlü bir duygu aynı zamanda.
Yalnızlık doğuştan mı yerleşiyor içimize, yoksa bazılarımız daha mı yatkın oluyor yalnızlıklara? Kaç kişi var acaba bu duygulara ortak? Yalnızlığı içinizde taşıyorsanız eğer, her gittiğiniz yerde, bilin ki, artık siz de yalnız değilsiniz...

Mayıs/2008

16 Mayıs 2008 Cuma

Üç Kadın

Yeni umutlarla başlardık herşeye. Yeni bir aşka, yeni bir işe, yeni bir hayata. Ve birileri kırar, savurur, dağıtırdı o umutları. Ve bazen birileri, elbirliğiyle yapardı bunları.
Üç kadın...
Umutlarını kendi hikayeleri içinde kaybetmiş herbiri. Bir apartmanın üç komşusu. Hepsine öğretmiş hayat, kadın olmanın zorluğunu.

Giriş katında oturur biri. İki oğlu vardır, evliliğinin onbeşinci ve onyedinci yıllarında sahip olabildiği. Çok zor şartlarda yaşamış ve o çocukları da okutmuştur. Art arda önce annesini, sonra kocasını kaybeder kadın. Çocuklarından büyük olanı, babasının da vefatından sonra, dışarıya karşı kontrollü ama annesine karşı kontrolsüz davranışlar sergilemeye başlar.
Bu durum gün geçtikçe kötüleşir. Ve kadın, dayak yemeye başlar evladından. Kimseye söyleyemez, yardım isteyemez önceleri. Çünkü dayak yemekten daha ağırı, evladının böyle bir şeyi yaptığını söylemektir. O yüzden, gözünün morarmasını "çarptım", kolunun morarmasını "düştüm" diyerek geçiştirir bir süre. Ta ki bir gün, bu durum saklayamayacağı bir boyuta ulaşana kadar...

Üst katında oturmaktadır diğeri. Çok büyük bir aşkla evlenmiştir birkaç yıl evvel. İki de kızı olmuştur. Kayınvalidesiyle hiç anlaşamamışlardır, bu geçen süre içerisinde. Kayınvalide, evde öyle bir otorite kurar ki, çocuklar üzerinde bile söz hakkı kalmaz genç kadının. Sorunlar dayanamayacağı bir noktaya gelince, ailesine açar konuyu. Annesine anlatır, annesi de babasına. Ve bir gün, eve geri dönmek istediğini söyler, gururunu hiçe sayarak. "Çocuklarını bırakırsan gel." der babası. Üzerinde ne kadar söz hakkı olmasa da, candır, evlattır; bırakmaz çocuklarını. Boynunu eğip, yaşadıklarına katlanmaya mahkum eder kendini.

Üst katında oturur bir diğeri. Yalnızdır. Seneler evvel, çocuğu olmadığı için terketmiştir eşi çünkü. Ardında bıraktığını önemsemeden de evlenmiştir vakit kaybetmeksizin. Ve kadın, üç sokak ötede oturan, üç çocuklu bu aile ile karşılaşmak zorunda kalır zaman zaman. Ve hep eksik hisseder kendini. Ve bazen, arsızca üzerine dikilen bakışlar eşlik eder bu hisse.

Bir araya geldiklerinde, görünen haller dışında, içinden geçenleri anlatmaya yanaşmaz kimse. Anlaşmasız bir sessizlik hakimdir, bu konulara dokununca konuşmalar.
Susarlar, nasıl bu noktaya vardığını bilmedikleri hayatlarının sırlarını saklarken. Susarlar, mutsuzluklarına kahkahalardan maskeler takarken. Susarlar, aralık kapılarını birer birer yüzlerine kapatanlara, yalnız bırakanlara, acılarına alaycı kahkahalar atanlara. Susarlar, onların suskunluklarıyla vicdanlarını rahatlatanlara.
Bilirler aslında, ne zordur kadın olmak. Ama bu kadarını tahmin bile etmemişlerdir. Ve ellerinden sadece, bir sabah, başka bir güne uyanmayı dilemek gelir...

Mayıs/2008

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Anneler Günü

Mayıs ayının bir günüydü ve haftasonuydu. Anneannemi yeni kaybetmiştik. Tezgahı açıp eve geldiğimde, kahvaltı etmek için oturduğu masada, önünde annesinin fotoğrafı, ağlarken bulmuştum annemi. Ve ben, o an, hiç almamış olmayı dilediğim bir buket çiçekle, kalakalmıştım odanın kapısında. Anneler günüydü ve ben, anneme, gelirken kokusuna bayıldığım o çiçekleri almıştım. Onun ise annesi olmadan geçirdiği ilk anneler günüydü. Ve o an anladım ki, o çiçekler, annemi sadece daha çok ağlatmaya yarayacaktı.
İnsanın hiç unutamayacağı anlar vardır ya hani, bir resim gibi hafızasında çivili. İşte her anneler gününde, o resim tazelenir hafızamda. Ve sonra hep pişmanlıklar, kendi kendine verilen sözler. Yeniden ve yenilenerek verilen ve belki de çoğu zaman koşuşturmacalar içinde unutulan sözler.
Yoğun geçen hayat temposu içinde tükettiğim sabrım, hep taşma noktasında oluyor eve vardığımda. Bazen o kadar tahammülsüz oluyorum ki, en ufak sese dahi tepki veriyorum. Böyle zamanların tepkilerini hep annem çekiyor nedense.
Anneler gününde, elimde bir fotoğraf bir köşede oturup ağlayacağım zamanlar gelmeden, çok geç olmadan, verdiğim sözlere sadık olma vaktidir bundan gayrı. Daha sabırlı, daha duyarlı, olunması gereken her ne varsa hepsinin dahası olabilmek için, şimdiden tezi yok, yenilemeliyim kendimi.
Annenin kaderi kızına çeyiz midir bilemem ama ondan almak isterim ben, hayat karşısındaki cesaretimi. Ve zaman zaman çatışsakta, yine ona ifade edebilmektir derdim, kendimi...

Mayıs/2008

8 Mayıs 2008 Perşembe

Okulumuzu geri istiyoruz!

Ne kadar kolay yıkmak, dağıtmak, harcamak. Ve maalesef ne kadar kolay, çıkarlar söz konusu olduğunda, bunları sıkılmadan yapmak. Bazen aklım almıyor bu kadar kötü niyeti. "İnsanlar en fazla ne kadar kötülük düşünebilir ki?" diyorum. Daha güzel bir dünyaya inanmak istiyorum. Sonra her seferinde, bırakmayı düşlediğim yerden alıyorum yine savaş kılıçlarımı. Bakmayın öyle kılıç filan dediğime. Savaştığımız zihniyetler aslında.
Tarihimizi parça parça yok ederek, paraya dönüştürmeye hevesli; küçük hesapları, büyük oyunlara dönüştürmeye çalışan zihniyetlere savaş bu. Gerekçeli, gerekli bir savaş ama.
Tahta merdivenlerinde atılan her adımda çıkan seslere aşina kulaklarımız, tenefüslerinde banklarda oturup denizi izlemeye aşina gözlerimiz ve öğrendiklerine yenilerini ekleyerek, kendi doğrularını maharetle anlatmayı bilen dudaklarımız, bu zihniyete üç maymunu oynamayacaklar.
Gördüğümüz bu yanlışın; bizi, okulumuzu, tarihimizi hiçe sayarak söylediklerinizin, her daim karşısında olacağız. Ta ki siz, kafanızı gömdüğünüz o kumdan çıkarıncaya kadar. Ve biz, o binanın yeniden okul olarak kullanıma açıldığını görünceye, ilk ders zilini duyuncaya kadar devam edeceğiz.
Belki inanmayacaksınız, belki önemsemeyeceksiniz bugünlerde bizi. Ama birgün, siz bile çok şaşıracaksınız!...

Mayıs/2008