Hal ve gidişat... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hal ve gidişat... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Lal

Kulağımda kulaklıklarım, kendimi bir kolyenin tadilatına kaptırmıştım, tezgaha bir müşterinin geldiğini farkettiğimde. Ben elimdeki malzemeleri bırakıp, müziği duraklatana kadar, beyefendinin sorduğu sorunun, sadece dudak kıpırtılarını görebildim. Kulağımda müzik yankılanıyor olmasına rağmen, birşeyler söylediğini anlayabildiğim birinin, ne söylediğini duyamamak çok garip geldi bir an. Sanki sağırmışım gibi...
Bir halam ve bir amcam, sağır ve dilsiz. Çocukluk dönemimde onlarla ilişkilerim yakın olduğundan, bir anlaşma sağlamayı öğrenmiştim. Hem söylediklerini anlayabiliyor, hem derdimi anlatabiliyordum. Şimdi eskisi kadar yakın olmamamızdan ve araya giren zamanın unutturduklarından, karşılaştığımızda anlaşmamız zor oluyor. Böyle bir durumda olan birine, bu soruları sormak mantıklı olur muydu bilmiyorum ama, duyamıyor, konuşamıyor olmanın, onlarda nasıl bir duygu yarattığını, neler hissettiklerini öğrenmek isterdim. Ama onlarla birlikteyken, bu konuyu hiç düşünmemiştim.
İnsan herşeye alışıp, yaşanabilir hale getirmiyor mu? Bu duruma da alışıyordur elbet. Yoksa yaşayamaz zaten. Ama söyleneni duyamayıp, istediğini konuşamamak, bu yetiyi biz hesapsızca kullanırken hem de, zor olsa gerek.
Bazen elimizde olanların farkına varamıyoruz. Ancak kaybedince işte, hayıflanırken "niye?" diye. Onun dışında, olması zaten bir zorunlulukmuş gibi davranıyoruz nedense. Oysa öyle değil işte.
Tekerlekli sandalyedeyken, yere daha sağlam basanları görüyoruz çoğu zaman. Hayat onlara çokça çelme takıyor olsa da hem de. El işaretleriyle anlattıkları ile de, hayatını gayet iyi ifade edebilir insan. Sadece anlamayı istemek gerekir, yani her açıdan.

Temmuz/2008

17 Temmuz 2008 Perşembe

Hepimiz katilimize benzer miyiz birgün?

Konuşarak bir çözüme kavuşturamadığımız konuları açmıştık yine. Konuşmalarımıza ortak olan konuklarımız olurdu bazen, dün olduğu gibi. Dertler, üzüntüler hep benzerdi. "Gönül kırgınlığı, cam kırığı gibidir insanın içinde. Nefes aldıkça canını acıtır. Aklına her geldiğinde canın acıyacak." dedi biri. Bu kadar kırılgan olmanın ve yalana dolana ihtiyaç duymuyor olmanın ceremesini çeken insanlar olarak, "Neden?" diye sorduk birbirimize. Aslında neden çoktu. Herkes kendince bahaneler ardına sığınmıştı. Ve bizim, mutluluğu ulaşılamayacak, uzakta bir yer gibi düşünen insanlar olmamıza sebep olmuştu bahaneler. Karşı tarafın bahanelerinin üzüntüsü, bizim mutsuzluğumuza bahane olmuştu yani.
Bir sebepten canı acıyan, daha sonra karşısına çıkanın canını acıtıyordu. O da, daha sonra karşısına çıkanın. Her mağdur, kendi can acısının bedelini, bir başkasına ödetiyordu, söylediğine göre. Yani hepimiz birgün katilimize benziyorduk.
Seneler evvel, ilk defa sevdiğinde yüreğim, yaşadığım tüm güzel günlerin üstüne gelmişti ayrılık, anlatmıştım aslında. Daha hazmedememişken yaşananları, o zamana kadar arkadaşım olduğunu sandığım biri gelip, hep bu anı beklediğinden bahsetmişti bana. Onun için ne kadar özel olduğumu, bana olan sevgisini anlatıyordu heyecanla. "Sen ne diyorsun?" demişti sonra. Ne diyebilirdim ki? Hiçbirşey diyemeyecek kadar yorgundum. Aklımı ona, onun söylediklerine verebilecek kadar sakin değildi kafamın içi, allak bullaktı. Hep çok yanlış bir adım olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim sonra. "Zamana bırakalım." dedim. Seven birine "zamana bırakalım" dememeli insan, hele de aklını ona veremiyorken. Ben hala acılarımın kaynağını düşündüğümü ve bu durumda onun yanında olmamın onu üzmekten başka bir işe yaramayacağını farkettiğimde, zor bir karar vererek ayrıldım. Ve çok uzun yıllar bunun vicdan azabını duydum hep. Hak etmemişti çünkü bu acıyı. Hiç hesapta yokken, ben de onun canını acıtmıştım istemeden. "Hepimiz birgün katilimize benzeriz." dediğinde, gerçekten hiçbirimiz o kadar da masum değiliz dedim ben de.

Temmuz/2008

"Tarlabaşı'nda Yaşam"

Bir çocuk ne görür baktığı yerde? Bir yetişkinin gördüklerinden daha azını mı, daha fazlasını mı görür sizce? Dün akşam, Tarlabaşı'nda yaşamı, çocukların gözünden anlatan bir fotoğraf sergisini görmeye gittik.

"İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin Tarlabaşı Toplum Merkezi projesi kapsamında yürüttüğü Alternatif Sanat Atölyesi çalışmaları içinde, yaklaşık 45 Tarlabaşılı çocuğa fotoğraf konulu kısa bir teknik eğitimin verilmesinden sonra, çek-at makineleri dağıtılarak, onlardan "Tarlabaşı'nda Yaşam" konusu üzerinden fotoğraf çalışması yapmaları" istenmiş.

Ve ortaya, bakarken birçok şey düşündüren fotoğraflar çıkmış. Çocuklar aslında hep gördüklerini, belki de hiç dikkat etmedikleri bir açıdan yansıtmışlar. Kimi bildiği o sokakları, kimi arkadaşlarını, kimi içinde barındırdıklarına dair konuşmalar yaptıran durumları fotoğraflamış. 6 yaşında bir çocuğun çektiği fotoğraf bile var sergide. 6 yaşında, kaçımız çekilen fotoğrafa gülümsemek dışında bir şey yapıp, herhangi bir görüntüyü aldık kadraja?
Serginin tanıtım fotoğrafındaki gülen yüzlü küçük kız, tüm sevimliliğiyle içeri çekiyor zaten sizi. Kayıtsız kalamıyorsunuz, çoğu zaman yaşadıklarına kayıtsız kalmış olsanızda, o yaşamın fotoğraflarına. Baktığımız şeyde ne gördüğümüzden önce, nereye baktığımız değil midir önemli olan? O fotoğraflara bakarken hissedeceksiniz işte, neymiş kimi hayatlarda gözümüzden kaçan.

Temmuz/2008

Sergi, 27 Temmuz akşamına kadar gezilebilir.

Yer: RENGAHENK SANATEVİ
Adres: Olivio Han Geçidi Sok. Olivio Han. No: 5, Kat: 2, Daire:4 Galatasaray/İst.
Telefon: (0212) 292 32 47-48

8 Nisan 2008 Salı

Bir hastane koridorunda

Gözlerim ağrıyor uzun zamandır. Ağrıyı duyumsadığımda, kapatıyorum gözlerimi ve ağrının tam olarak nerede olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Çok garip bir ağrı bu. Bazen yoğunlukla gözlerime baskı uygulayan ve başıma vuran, bazen gözüme bir şey dokunuyormuş gibi kısa süreli, bazen de sızı gibi sürekli.
Gözlerim için gittiğim doktor muayenelerinden birşey çıkmayınca, beni nörolojiye yönlendirdi en son muayene eden doktor. Nihayetinde kendimi bir hastanenin nöroloji bölümünde buldum. Doktor hanım "kronik yorgunluk" teşhisi koydu yüzüme bakarak. Bir antidepresan ve bir ağrı kesiciyle çözdü işi kendince. Kendince diyorum çünkü, ben sürekli ilaç kullanmak istemediğim için ağrının nedenini öğrenmeye çalışıyordum. Oysa yine bir ağrı kesici çözümü önerilmişti bana. Antidepresandan hiç söz etmiyorum bile, kullanmayı düşünmediğim için.
Koridorda sıramı beklerken, iki hanım ile birlikte, yaşlı bir amca geldi. Amca ile hanımlardan biri yanımdaki boş yerlere oturdular, diğer hanım ise odanın kapısında beklemeye başladı. O sırada amca; "neyi bekliyoruz?" diye sordu. Yanımdaki hanım; "Önce kayıt yaptıralım, ondan sonra çağıracaklar." dedi.
Muayene için önce randevu alınıyor, sonra hastane girişinden barkod alınıyordu. Bunları biliyordum ama bölüm içinde tekrar kayıt yapıldığından haberim yoktu. "Burada tekrar kayıt mı yapılıyor?" diye sorduğumda, yanımdaki hanım, kafasını "hayır" anlamında salladı. Ben de daha fazla üstelemedim.
Ayakta olan hanım girdi odaya önce. Biraz zaman sonra çıkıp amca ile diğer hanımı içeri çağırdı, kendi çıktı. "Babam alzheimer hastası. Durumunu onun yanında anlatmak istemiyoruz doktora. O yüzden birimiz önce girip konuşuyoruz, sonra içeri alıyoruz onu." dedi. "Geçmiş olsun" diyebildim sadece, hanım da teşekkür ederek içeri girdi tekrar.
Saklı kalması gereken ya da öyle olmasını istediğimiz bir şeyler olurdu hep. Bazen bir hastane odasını, bazen bir defter arasını, bazen kaçırılan bakışları mesken ederdik saklananlara. "Hastalık" dediğimiz şey de, vücudumuzun sakladıklarından meydana gelmez miydi zaten?

Nisan/2008

2 Nisan 2008 Çarşamba

Birinin gözü yollarda, birinin kendisi...

Şimdi sen, bir tren garında ya da bir otobüsün cam kenarındasın. Belki bulunmak istemediğin bir yerden ayrılıyorsun, belki de mecburi bir ayrılığın arifesindesin. Hatırlamak istemediğin anılara sakladın geride bıraktıklarını ya da sen oldun anılarda bile hatırlanmak istenmeyen.
İşte bu yüzden, yeni yollar çizip kendine, yeni hayatlarla rastlaşmak ve belki de, bazılarında sağlam yerler bulmak için geliyorsun. Hatalarından ders almış ama aynı hataları yapması muhtemel; iyi niyetlerini kurban ettiği zamanlardan alacaklı ama nedense, birilerine, birşeylere hep borçlu bir yolcusun şimdi.
Tanımıyorum seni, belki de hiç tanımayacağım. Bir gün yürüdüğüm yolda yanımdan geçen biri olacaksın, başka bir gün de kaçırdığım otobüste giden yolculardan biri. Bazen de farklı zamanlarda, aynı masalarda oturmuş olacağız; aynı manzaraya bakıp, benzer şeyler düşlerken.
Sadece bir ihtimal ya tanışmam seninle ve bir tarifin yok ya hani; o yüzden sana anlamlar yüklemek çok kolay. İstersem en sevilesi, en ulaşılmaz olursun sen. İstersem en bunaltıcı, en anlaşılmaz. Hem hiçbir zamanda okuyamayacağın için bu satırları, benim de hiçbir sorumluluğum nasılsa olmaz. Hep düşlediğim o sorumsuz tavırları takınacağım sana yazarken. Ve alaycı, vicdan yoksunu biri olarak seveceğim seni; çok seveceğim ama. Sevgimden görmeyecek dünyayı gözüm. Kelimelerle anlatmayacak, bir koruma kalkanı oluşturacağım gerektiğinde.
Yanlışları düzeltilmiş, bazı doğrularının anlamları değiştirilmiş biri olurum ben de. Başka bir kimlik, yeni özellikler, yeni alışkanlıklar edinirim. Çünkü senin gibi yalnız bir yolculuktayım bende nicedir. Bazen mutlu, bazen umutlu, çokça da suskun ve durgunum. Suskunluğumu bozmak, içimdekileri anlatmak ister miyim bilmiyorum. Ne zaman kendimi anlatsam birine, ya üzüldüm, ya üzdüm. Bu sefer kimseye zarar vermeden anlatabilir miyim diye tereddütüm.
Oysa düşünmek yok konu sen olunca, hesap etmek yok. Akıntıda sürüklenen herhangi bir nesne olacağım ben. Ya da hiçbirşey olmayacak. Sen hiç gelmeyeceksin, her nerdeysen. Değil aynı yollardan geçmek, aynı şehirde bile olmayacağız belki. Belki de bütün yolculuklar hayal. Aynı şehrin büyüttüklerindeniz biz.
Arıyor muyum seni? Hayır aramıyorum. Bekliyor muyum peki? Beklemiyorum da. Sadece, giderek düşlediklerimin daha da uzağında olan insanlarla karşılaşmak, ümitsiz yapıyor beni. Ve sanıyorum ki, hiç bulamayacağız birbirimizi...

Nisan/2008

25 Mart 2008 Salı

Korkak

Ne karanlık korkum oldu bugüne kadar, ne yalnızlık, ne yükseklik. Küçükken bile evde tek başına kalabilirdim, gece de olsa. Hep küçük şeylerden korktum ben, olabilmesi mümkün kötü şeylerden. Biraz da evhamlı halimin sonucu sanırım bu. Ve örtbas edebileceğim şeyler oldu hepsi.
Kim nereden bilsin, bagaj kapısı açık arabaların yanından geçerken, kapı kapanırken farketmeden başıma çarpar diye korktuğumu. Ya da kıl payı kurtulunmuş kimi şeylerin olması durumunda, yaşanacakları düşündükçe kapıldığım endişeleri.
Olabilmesi muhtemel yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kötü ihtimal varken, bunlardan bazılarını sürekli düşünüp, derin bir endişe içinde olmak; karanlıktan korkmaktan bile beterdir kimi zaman. Daha keskin, sınırları belli şeyler olsaydı korktuklarım. Daha belirgin, daha anlaşılabilir, anlatılabilir. Kısmen de olsa, öyle korkularım da var aslında. Haksızlık yapmaktan, vicdanımdan, başkalarını rahatsız ediyor olmaktan korkmam gibi. Kaybetme korkum da oldu zaman zaman; sevdiğim bir dostu, ailemi, arkadaşlarımı. Ama onsuz olmaktan korktuğum bir sevgilim olmadı hiç benim. Ya çok sevmiştim ama ilişki bu korkuyu yaşayacak kadar uzun olmamıştı. Ya da ilişki uzundu ama bu korkuyu duymayı gerektirecek sevgi olmamıştı.
Ve yaşamaktan korktum çoğu zaman, bazı şeylerin ardından gidebilecek cesaretim olmadı. Konuşmaktan bile korktum bazen, sinirime yenildiğimde kalp kırmamak için.
Ben olmaktan korkmadım ama hiç ve kendimi tanımaktan, yüzleşmekten. Beğendiklerimi, sevmediklerimi dile getirmekten. Doğru bildiğimi söylemekten, onlarla yaşamaya çalışmaktan. Korkularım bile içimde bir cesaret biriktirdi. Belki bir gün bir yerde, bakarsınız biriktirdikleriyle alevlenir, yanar kül olur korkularım. Daha cesur ve dirençli, yaşamaya yeniden başlarım...

Mart/2008

24 Mart 2008 Pazartesi

Aşk varsa eğer...

Bilmediğimdin sen, bilemediğimdin. Hiç değişmedi sana ait tanımlamalarım. Mekanlar, zaman, insanlar hatta ben bile değiştim. O günlerden içimde kalan bilinmezlik hiç değişmedi.
Seninle birlikte, bir kutuya koyup kaldırdım aşka olan inancımı, seneler evvel. Ve o günden beri, ömrümüz boyunca aşka sadece bir defa rastlayabileceğimize inandım. Belki de işin aslı, benim bünyemde, aşkın etkisini gösterebileceği en muhtemel yaşların, çocuk sayılabileceğim o zamanlara rastlamasıydı.
Sevmiştim seni, hak edip etmediğini bile bilmeden, düşünmeden. Hala bilmiyorum gerçekten sevmiş miydin sen de beni. Yanlış bir seçimdin, bunu biliyorum bak. Biraz daha dikkatle ve anlamak isteyerek baksaydım sana, çözebilirdim elbet. Olmazları görmezden gelmeyi seçmiştim ben. Gerçi diyorum ya, olura-olmaza kafa yoracak kadar bilincinde değildim kendimin, sana tutulduğumda. Yine de adına aşk dediğim yegane şeye yanlış demek içime sinmiyor.
Ne kırgınlık, ne kızgınlık var içimde, sana karşı. Hazmedilmiş bir ayrılığın ya da terkedilişin etkisinden belki de. Şimdi sen, "zaten yıllar sonra hala ne kızgınlığı?" diyebilirsin. Yürek, seneler geçse de gideni, acı çektireni unutmuyor. Aslında kimseyi unutmuyor ve viraneye dönüyor, biriktirdiklerinin ağırlığından. Farklı yerlere kaldırmış oluyor anılarını. Tıpkı seni yeniden hatırlatan o tozlu kutu gibi.
Aşk varsa eğer ve hissettiklerimin adı aşksa, o bir tek sen olabilmiştin. Yalan-yanlış ya da çocuk aklı, yani bahanelerim ve sen, hiçbirşey bu durumu değiştirmiyor. Yürek, acı çektireni daha mı çok seviyor?

Mart/2008

21 Mart 2008 Cuma

Günün en güzel vakti...

Yağmur yağıyor...Bilirsin ben sevmem yağmuru. Tek sevdiğim yanı bitişidir. Ben yağmur sonralarını severim en çok. Yerler kurumaya yüz tutmuştur, etraf toprak kokar ve güneş, usul usul gün yüzüne çıkar. Kirinden, pasından arınmış bir ikindi sunar duyularımıza. "Neden ikindi?" diye sorma. Sebebini bilmediğim bir ikindi tutkum var. Belki de bende bütün başlangıçlar, bir ikindi vaktine rastlar. Ya da öyle yakıştırmışımdır, kimbilir.
Okul döneminde bütün yaz tatillerimi köyde geçirdim ben. Orada akşam üzerleri, yemek yerine çay içilirdi. Ve nedense bu, bütün yemeklerden daha güzel gelirdi. Ya da gözümün görebildiği kadar uzaklıkta yükselen orman ağaçlarında, yağan yağmuru seçebilmeye çalışmak, henüz kararmamışken hava.
Gün henüz bitmemiştir ama yorgunluklardan arınır, bir rahatlama yayılır ikindi vakitleri. Hele de mevsimlerden bahar ya da yazsa; değmeyin işte o zaman, keyfime de, bana da...

Mart/2008

20 Mart 2008 Perşembe

İstanbul...

Karmaşanın, kaygının, delik deşik sokakların, kalabalığın ve yalnızlığın şehri İstanbul. Burada geçmeseydi hayatım, bir misafir olarak gelmiş olsaydım mesela sana, yine bu kadar sever, alışabilir miydim acaba?
Öyle çok şey var ki sende, bana ait. Çocukken gözüme büyük görünen, düştüğüm o duvar, sevdiğim insanlar, eski sevdalar, sevda sanılan yanılsamalar. Dostlar, arkadaşlar, okuduğum okullar...
Çok sevdim ben seni, sen de içime işledin benim. Dilediğimde kuytu bir köşe, dilediğimde kalabalığını en yoğun şekliyle sundun bana. Sokaklarında yürümeyi, deniz kenarlarında gezinmeyi; vapurla, motorla denize seyre dalarak karşıya geçmeyi, rüzgarını tenimde hissetmeyi, koyu mavi akşam üzerlerini, bilinmeyenlerini milim milim öğrenmeyi sevdim ben.
Belki çoğu kişi bilmez ama mesafenin şehrisin sen. Büyüklüğün, tıklım tıklım trafiğin değil seni bu tanıma yakıştıran. Hani herkesin ortak bir tanımı var senin için. Yok eder, yutarsın ya herkesi. İşte tam da bu yüzden mesafenin şehrisin sen. Yaşarken doyasıya seni, başı dönebilir insanın. Kaptırabilir kendini sana, içinde hızla akıp giden hayata. Kaybedebilir iradesini, sürüklenebilir yetişilemeyen yaşam hızınla. Kontrollü, mesafeli durabilmek; kendini tamamen teslim etmemek gerek sana. Yalnızca kaybolmayı istediğinde kaybolabilecek, gerektiğinde de soyutlayabilecek olmak gerek kendini o kalabalıklardan.
Benim şehrimsin sen, benim gibisin. Yağmurlu, karlı, puslu havaların hiç çekilmez. Güneşli, mavi gökyüzünün seyrine doyum olmaz, insanın aklını çeler. Kararlarım da sendedir, beni arafta bırakan ama beni anlatan kararsızlıklarımda. Kendimi bildiğimden beri, her yolculuğum sende bittiğinde daha da güzelleşir. Yolların, tabelaların, otobüslerin, dükkanların tanıdıktır. Ve eskilerden gelen bir tanıdıklığın birikimini de taşır herşey.
Kocaman bir şehirsin sen ve içinde bir nokta kadar küçük kalan ben. Bir yerden bir yere gitmek, şehirlerarası yolculuklar kadar zaman alsa da ve yorsa da çoğu zaman; sabrımızı sınasan, zorlasan da her an, yine de kopmak, silip atmak mümkün değil seni aklımdan. Sevilen, yokluğunda özlenen, zorlayan, zorluklarına alışılansın. Bazen unutsam da, kaçıp gitmek istesem de buralardan, içimde bir yer çok iyi bilir, yaşamayı istediğim yerdir bu şehir. Ey ömrüm, başladığın yerdi İstanbul, dilerim sen yine burada son bul...

Mart/2008

18 Mart 2008 Salı

Ya büyürsem?

Küçüktük... Mahalle araları, parklar, bütün oyun malzemeleri ve bütün zamanlar bizimdi. Renkliydi, keyifliydi. Büyüdük...Adımıza düzenlenen belgeler ve bize ait olduğunu sandığımız bir hayatımız oldu. Aslında bize ait olan hiçbirşey kalmamıştı. Kaybettik zamanları ve ardından koşturduk tasalarımızı. Yetmedi, yetiremedik.
Bir virajda soluklanırken elimizi bir duvara yaslayıp, baktık ki değişen hiçbirşey yok. Uyuyan bir çocuğun kapalı gözlerinden görüyor kendi savunmasızlığını, içimizdeki çocuk. Küçücük parmaklarında geçen onca zamanı hesap ediyor. Kendini hep o küçük çocuk sanıyor. Bazen gerçekten o çocuk olmak istiyor yine ama sonra, aynı yollardan tekrar yürümeyi göze alamadığını farkediyor. Yorulmuş ve bir o kadar da korkuyor.
Uyanınca bir camın buğusuna ismini yazıyor o minik eller, bir küçük şekere seviniyor. Aynı elleri yanaklarıma konuyor, saçlarımı topluyor. Şu masallarda bahsi geçen sihirli değnekler gibi. Çocuk oluyorum onunla, çocuk kalıyorum.
Geçenlerde bir kolyeye baktığını gördüğüm, küçük kız geliyor aklıma. Kolyeyi beğenmiş ama annesi;
-"Bu senin takabileceğin birşey değil ki, büyüyünce alabiliriz ancak." dediğinde;
-"Ne zaman büyüyeceğim ben anne?" diye bir ağlama tonu tutturuyor, durumdan hiç hoşnut olmadığından. Annesi önce gülümsüyor, bir yandan da bana bakarak.
-"Büyümek o kadar da sevinilecek birşey değil kızım. Sana takabileceğin başka bir kolye alalım, bu konuyu da kapatalım olur mu?" diyor sonra da.
-"Nasıl yani?" diyor küçük kız, gülümseyerek. Bu gülümseyişte başka bir kolye alma fikrinin etkisi ve büyükleri köşeye sıkıştırmış çocuk zekasının muzip tavrı var gibi.
-"Büyümek kötü birşey mi? Ama sen de büyüksün?" diyor, kırpıştırdığı gözleriyle.
-"Büyümek kötü birşey değil. Ama herkes çocukken daha mutludur." diyor kadın. Yüzünden belli ki, bunu nasıl açıklayabileceğini kendi de bilmiyor. Ve eminim, başka "bir soru sormasa" diye geçiriyor, o anda içinden.
-"Ama..." diyor küçük kız, bunu sezmiş gibi. "Ya büyürsem?"
Ben de onun gibiyim şimdi. Ya büyürsem yeniden?

Mart/2008

14 Mart 2008 Cuma

Rastgele

Çiçeklenmiş erik dalları, açılan pencereden süzülen kuş cıvıltıları ve küskün bir sabah kahvaltısı sessizliği, sabahın ilk fotoğrafında var olanlar. Televizyonda gazetelerin haber özetlerini dinliyordu, aceleye getirilmesine rağmen güzel demlenmiş çaydan bir yudum alırken. "Sadece çayı demlerken gösterdiğimiz özen kadar olsun istiyorlar yaşama müdahalemiz", diye düşündü. Bu ülkede yaşamak, daha doğrusu birşeylerin bilincinde olarak yaşamak giderek daha zor oluyordu. "Ne desek yetersiz, kendi vicdanlarıyla hesaplaşmadıktan sonra insanlar. Gerçi onlar, vicdanlarını çoktan susturmuşlar" dedi kendi kendine. Yalnız değildi ama belki de yalnız olsa daha iyiydi. Yalnız yemek yemeyi sevmemesine rağmen hemde.
Küçükken, yemek saati için, herkesin sofraya toplanmasını sabırsızlıkla beklerdi. Bazen annaanesi "sen bekleme, ye" derdi. İnatla beklerdi, o kalabalığın içinde olmak için.
Kaç haftadır konuşmuyorlardı acaba. Zorunlu olarak söylenen birkaç kelime dışında tek cümle olmadı aralarında. Olmasındı, nasılsa tekrar aynı noktaya geleceklerdi. Nafile çabaya gerek yoktu.
"Daha başlamadan anlaşıldı, sinir harbine dönüşen bu günün akıbeti ya, yine de şans vermek gerek" diyerek, güzel kıyafetler seçti, kısacık vaktinde özenmeye çalıştı kendine. Otobüsün son durağına yürüdü yine. Otobüse binene kadar müzik dinledi, kendine oturacak bir yer bulunca kitabına yöneldi, başka hayatlara eşlik etti.
Otobüsten indiğinde derin nefesler alarak yürüdü. Tanıdık dükkanlar, her gün aynı zamanlarda, karşılıklı istikametlerde yürürken karşılaştığı, artık aşina olan simalar...
İşyerine varınca ilk önce güzel bir şarkı listesi yaptı kendine, bu sefer üşenmeden. Dünden kalan notlara göz attı, yapması gerekenleri sıraladı. Sakince tamamlayabileceği bir iş düzeni kurdu kendine. İşin planlanabilir kısmını halletmişti, sürprizlere de ufak bir pay bıraktı. Tam işe başlamışken çaldı telefonu. Tanımadığı numaraya baktı bir süre, annesi böyle yaptığında ne kadar söylendiğini düşünerek. Annesi, tanımadığı numarayı görünce, "acaba kim bu" der, telefonun ekranına bakar vaziyette beklerdi ve o, bu duruma sinir olurdu. "Bakacağına açsana artık telefonu" serzenişiyle biterdi hep bu durum. Bundan sonra bu konuda daha anlayışlı olmaya karar vererek açtı telefonu.
-"Benim." dedi telefondaki ses. "İstanbul'dayım ben."
-"Ama sen..." dedi ve söyleyecek birşeyler arandı bir süre. Sonunda "sen gitmemiş miydin?" diyebildi.
-"Gitmenin hiçbirşeye çözüm olmayacağını söylemişti bir arkadaşım. Kalıp mücadele etmeye karar vermiştim, hem de siz beni gitmeye hazırlanırken gördüğünüz zaman. Ama önce biraz güç, biraz da kafamı toplamam gerekti. Kendime uzaktan baktım ve geldim. Sen en iyisi beni gidip gelmiş say." dedi.
-"Hoşgeldin." diye karşılık verdi, uzaklarda sandığı arkadaşını, hiç ummadığı anda yakınında bulduğuna inanamayarak. Hani "gökte ararken, yerde bulmuş" gibiydi. "İyi ki geldin balıkçı." dedi, "Sana zaten İstanbul yakışırdı..."

Mart/2008