28 Temmuz 2008 Pazartesi

100 mt.ileriye taşındık :)

Nasıl karar verdim, nasıl sonuca ulaştı bilmiyorum ama yeni bir adresim oldu artık. Değişen bir şey yok aslında. Değiştirdiğim mekanın dışında.

www.tulaysahin.net

Tülay

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Güle güle git Burçin, veda değil ki bu...

Mekanların önemi yok aslında. Bu şehirde ya da başka bir yerde farketmez, kendin olabilmektir önemli olan. Ve gerektiğinde, kendinle kalabilmektir. Hatalarını, üzüntülerini, kırgınlık ve kızgınlıklarını kabullenip, sindirebilmektir. Yani seni sen yapan herşeyle barışıp, seni bu halinle sevenleri farkedebilmektir.
Umarım ardına baktığında, güzel şeyler görürsün hep. Hatırına geldiğimize içinde bir yer, "iyi ki" der umarım. "İyi ki tanımışım."
Güzel anılarınla ayrıl bu şehirden sen. Bırakmak istediğin herşeyi bırak, hiç çekinmeden. Rahat olsun için çocuklar kadar. Bilirsin, birtek çocuklar herşeyi çok güzel sanar...

23.07.2008

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Lal

Kulağımda kulaklıklarım, kendimi bir kolyenin tadilatına kaptırmıştım, tezgaha bir müşterinin geldiğini farkettiğimde. Ben elimdeki malzemeleri bırakıp, müziği duraklatana kadar, beyefendinin sorduğu sorunun, sadece dudak kıpırtılarını görebildim. Kulağımda müzik yankılanıyor olmasına rağmen, birşeyler söylediğini anlayabildiğim birinin, ne söylediğini duyamamak çok garip geldi bir an. Sanki sağırmışım gibi...
Bir halam ve bir amcam, sağır ve dilsiz. Çocukluk dönemimde onlarla ilişkilerim yakın olduğundan, bir anlaşma sağlamayı öğrenmiştim. Hem söylediklerini anlayabiliyor, hem derdimi anlatabiliyordum. Şimdi eskisi kadar yakın olmamamızdan ve araya giren zamanın unutturduklarından, karşılaştığımızda anlaşmamız zor oluyor. Böyle bir durumda olan birine, bu soruları sormak mantıklı olur muydu bilmiyorum ama, duyamıyor, konuşamıyor olmanın, onlarda nasıl bir duygu yarattığını, neler hissettiklerini öğrenmek isterdim. Ama onlarla birlikteyken, bu konuyu hiç düşünmemiştim.
İnsan herşeye alışıp, yaşanabilir hale getirmiyor mu? Bu duruma da alışıyordur elbet. Yoksa yaşayamaz zaten. Ama söyleneni duyamayıp, istediğini konuşamamak, bu yetiyi biz hesapsızca kullanırken hem de, zor olsa gerek.
Bazen elimizde olanların farkına varamıyoruz. Ancak kaybedince işte, hayıflanırken "niye?" diye. Onun dışında, olması zaten bir zorunlulukmuş gibi davranıyoruz nedense. Oysa öyle değil işte.
Tekerlekli sandalyedeyken, yere daha sağlam basanları görüyoruz çoğu zaman. Hayat onlara çokça çelme takıyor olsa da hem de. El işaretleriyle anlattıkları ile de, hayatını gayet iyi ifade edebilir insan. Sadece anlamayı istemek gerekir, yani her açıdan.

Temmuz/2008

17 Temmuz 2008 Perşembe

Hepimiz katilimize benzer miyiz birgün?

Konuşarak bir çözüme kavuşturamadığımız konuları açmıştık yine. Konuşmalarımıza ortak olan konuklarımız olurdu bazen, dün olduğu gibi. Dertler, üzüntüler hep benzerdi. "Gönül kırgınlığı, cam kırığı gibidir insanın içinde. Nefes aldıkça canını acıtır. Aklına her geldiğinde canın acıyacak." dedi biri. Bu kadar kırılgan olmanın ve yalana dolana ihtiyaç duymuyor olmanın ceremesini çeken insanlar olarak, "Neden?" diye sorduk birbirimize. Aslında neden çoktu. Herkes kendince bahaneler ardına sığınmıştı. Ve bizim, mutluluğu ulaşılamayacak, uzakta bir yer gibi düşünen insanlar olmamıza sebep olmuştu bahaneler. Karşı tarafın bahanelerinin üzüntüsü, bizim mutsuzluğumuza bahane olmuştu yani.
Bir sebepten canı acıyan, daha sonra karşısına çıkanın canını acıtıyordu. O da, daha sonra karşısına çıkanın. Her mağdur, kendi can acısının bedelini, bir başkasına ödetiyordu, söylediğine göre. Yani hepimiz birgün katilimize benziyorduk.
Seneler evvel, ilk defa sevdiğinde yüreğim, yaşadığım tüm güzel günlerin üstüne gelmişti ayrılık, anlatmıştım aslında. Daha hazmedememişken yaşananları, o zamana kadar arkadaşım olduğunu sandığım biri gelip, hep bu anı beklediğinden bahsetmişti bana. Onun için ne kadar özel olduğumu, bana olan sevgisini anlatıyordu heyecanla. "Sen ne diyorsun?" demişti sonra. Ne diyebilirdim ki? Hiçbirşey diyemeyecek kadar yorgundum. Aklımı ona, onun söylediklerine verebilecek kadar sakin değildi kafamın içi, allak bullaktı. Hep çok yanlış bir adım olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim sonra. "Zamana bırakalım." dedim. Seven birine "zamana bırakalım" dememeli insan, hele de aklını ona veremiyorken. Ben hala acılarımın kaynağını düşündüğümü ve bu durumda onun yanında olmamın onu üzmekten başka bir işe yaramayacağını farkettiğimde, zor bir karar vererek ayrıldım. Ve çok uzun yıllar bunun vicdan azabını duydum hep. Hak etmemişti çünkü bu acıyı. Hiç hesapta yokken, ben de onun canını acıtmıştım istemeden. "Hepimiz birgün katilimize benzeriz." dediğinde, gerçekten hiçbirimiz o kadar da masum değiliz dedim ben de.

Temmuz/2008

"Tarlabaşı'nda Yaşam"

Bir çocuk ne görür baktığı yerde? Bir yetişkinin gördüklerinden daha azını mı, daha fazlasını mı görür sizce? Dün akşam, Tarlabaşı'nda yaşamı, çocukların gözünden anlatan bir fotoğraf sergisini görmeye gittik.

"İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin Tarlabaşı Toplum Merkezi projesi kapsamında yürüttüğü Alternatif Sanat Atölyesi çalışmaları içinde, yaklaşık 45 Tarlabaşılı çocuğa fotoğraf konulu kısa bir teknik eğitimin verilmesinden sonra, çek-at makineleri dağıtılarak, onlardan "Tarlabaşı'nda Yaşam" konusu üzerinden fotoğraf çalışması yapmaları" istenmiş.

Ve ortaya, bakarken birçok şey düşündüren fotoğraflar çıkmış. Çocuklar aslında hep gördüklerini, belki de hiç dikkat etmedikleri bir açıdan yansıtmışlar. Kimi bildiği o sokakları, kimi arkadaşlarını, kimi içinde barındırdıklarına dair konuşmalar yaptıran durumları fotoğraflamış. 6 yaşında bir çocuğun çektiği fotoğraf bile var sergide. 6 yaşında, kaçımız çekilen fotoğrafa gülümsemek dışında bir şey yapıp, herhangi bir görüntüyü aldık kadraja?
Serginin tanıtım fotoğrafındaki gülen yüzlü küçük kız, tüm sevimliliğiyle içeri çekiyor zaten sizi. Kayıtsız kalamıyorsunuz, çoğu zaman yaşadıklarına kayıtsız kalmış olsanızda, o yaşamın fotoğraflarına. Baktığımız şeyde ne gördüğümüzden önce, nereye baktığımız değil midir önemli olan? O fotoğraflara bakarken hissedeceksiniz işte, neymiş kimi hayatlarda gözümüzden kaçan.

Temmuz/2008

Sergi, 27 Temmuz akşamına kadar gezilebilir.

Yer: RENGAHENK SANATEVİ
Adres: Olivio Han Geçidi Sok. Olivio Han. No: 5, Kat: 2, Daire:4 Galatasaray/İst.
Telefon: (0212) 292 32 47-48

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Bugün yağmur var İstanbul'da...

Yağmur yağıyor İstanbul'a. Unutturdu dün yaşadığımız sıcaklığı ve sildi sokakların kirini, pasını. Ne güzel esiyor rüzgar, pencereler açık. Pervaza çarpan haşin yağmur damlalarından üzerime serpiyor, gidecek yer bulamayanlar. Böyle yağmur yağarken ve eserken böyle rüzgar, yeni demlenmiş bir fincan çay ne güzel yudumlanıyor bir cam kenarında. Ve ne güzel bir türkü çalıyor bilgisayarımda.
"Küstürdüm gönülü güldüremedim.
Baharım güz oldu, yazım kış oldu.
Gönüle yarini bulduramadım,
Baharım güz oldu, yazım kış oldu."
Yan taraftaki yangın merdivenin basamaklarından damla damla su süzülüyor. Acelesi olmayan, önemsemez su damlaları. Karşı binada bir evin balkonunda, demirlere tutunmuş nefes almaya çalışıyor sanki bir kadın. Toprak kokmaz bu beton duvarların arasında be ablacım. En iyi ihtimalle yağmurun sesini dinleyebilirsin. Ona da şu yan binanın jenaratör sesi izin verirse.
Takvimler temmuzu da yarıladığımızı söylüyor. Dünü dünde bırakıp, taptaze bir bugünle başlamak gerektiğini hatırlatıyor hızla akan zaman. Zaten bu odalar içinde ne gündüzün farkına varıyoruz, ne de geç gelen akşamların. Bütün gün açık ışıkları ofislerin, korkarmış gibi günle gecenin ayırdına varmaktan. Sesler ardına gizlemiş gibi bütün duyguları, mekanik bir hal almış artık herkes, çalışıp çabalamaktan. Yağmur sesine kaçımız kulak kabartıp anlayabiliyoruz, ne kadar yorulduğumuzu koşturmaktan?

Temmuz/2008

Hoşgeldin bebek

Annenin eline kınası yakılırken gizli gizli ağlamıştım ben. Kolay değildi, 12 yıllık arkadaşımı, sırdaşımı, dostumu uğurluyordum. Kısa süre sonra da başka bir şehire uğurlayacaktım. Anlatamadığım bir yalnızlık çökmüştü içime.
Daha dün gibiydi okuldan eve yürüyüşlerimiz, ders çalışma telaşlarımız. Dün gibiydi ama hayat bizi sağa sola savuruyordu işte. Herbirimiz yeni yollar seçiyorduk kendimize. İşte annen de babanı seçmişti, gidiyordu. Gördüğüm en güzel gelinlerden biri oldu annen. Seçtiği, sevdiğiyle mutlu oldu. Başka bir şehire doğru yol aldı sonra. Oraya taşıdı, buradan sırtına yüklendiği hayatını.
Mesafeler uzaklaştıramadı ama bizi. Günlerce hiç konuşamadık bazen ama telefondaki o ses, hep aynı yakınlığın tınısını taşıyordu. Tek tek taşlarını dizdi yeni hayatının. Kimi zaman hüzünle mutluluğu harmanladı. Kendi güzelliğini bulaştırdı yeni hayatına da. Şimdi kucağında bir başka güzel şey daha var.
Ben hala kendimi bir çocuktan farklı düşünemezken, daha dün aynı yolları paylaştığım arkadaşım anne oldu. İnanması hala çok güç. Dilerim mutlu bir ömrün olur bebek. Annenle, babanla, mutlulukla yaşarsın. Dilerim sevdiklerinden ve seni sevenlerden hiç uzak kalmazsın. Annen seni büyütürken, sen de onu büyüt olur mu?
Hoşgeldin bebek, hoşgeldin. Şimdi daha güzel gülecek annenin gözleri, sen üzerinde yatarken dizlerinin...

Teyzen

Temmuz/2008

15 Temmuz 2008 Salı

Eski yolculuklar

Eskiden daha uzun sürerdi memlekete gidişlerimiz. O uzun yol, git git bitmez, çocuk canımızı çok sıkardı. O yolculuklar abur cubur yemek için bir açık biletti bize göre. Ve bu durum, bizim için yolcuğu daha keyifli kılar, annemi de bizim yaramazlıklarımızdan kurtarırdı. Zordur çünkü uzun yolculuklara çocuklarla çıkmak. Ayak dibine yatırılırdık geceleri. Son saatlere doğru ise artık çekilmez bir çile olurdu. Hem özlediklerimize kavuşmak için sabırsızlandığımızdan, hem de çocuk potansiyelinin o kadar oturup kalmaya artık abur cuburla bile dayanamamasından.
Hatırladığım en kötü şey ise sigara içilmesiydi otobüste. Kabus gibiydi. Nasıl dayanıyorduk aklım almıyor şimdi.
Dönüş yolculuğumda, arkamdaki koltukta, onun yaşlarındaki halimi hatırlatan ama işi daha da abartmış bir ufaklık vardı, annesiyle birlikte. Otobüsün kalktığı ilk dakikadan itibaren, bulduğu herşeyi yedi çünkü, annesinin uyarılarına aldırmadan. Üç kişi yolculuk ediyorlardı ve bir diğeri benim yanımda oturan hanımdı. Ben defter çıkarıp birşeyler yazmaya başlayınca, tuhaf tuhaf bakmaya başladı bana. Ne olduğuna, ne yaptığıma anlam veremedi bir türlü. Dönüp, "zaten ipod'um bozulmuş. Bırak da bari rahat rahat içimdekileri yazayım." demek istedim bir an. Ne kadar kaldığını soracak kimse de yoktu yanımda. Ve o yaşları çoktan geçmiştim zaten. Anneme sorardık son saatlere doğu. "Ne kadar kaldı anne?" diye. Annemin cevabı hep aynıydı. "Az kaldı." O cevabın heyecanıyla, biraz zaman daha idare eder, sonra yine sorardık. "Ne kadar kaldı anne?" Tabi ki az kalmıştı yine. Camdan dışarıya bakmamızı salık verirdi bize. Ama geçmezdi zaman bir türlü. Her yaz başı aynı şeyleri yaşayarak memlekete varır, yaz sonu da tatili sonlandırarak geri dönerdik.
İnsan kendini neye hazırlarsa, işin o kadarı gözüne gelmiyor. 6 saatlik yolculuklara "öf, püf" ediyordu Gülüş, Çanakkale dönüşü için. Ben 14 saat yol gidip gelmiş biri olarak sızlanmadım hiç. 6 saat sürüyor olsa çok çok da mutlu olurdum, o ayrı tabi. Mesafeler uzun da olsa, kimi yolculuklar eskide de kalsa, güzel şey yollarda olmak. Güzel şey, yolculuklarla yeni şeyler kazanmak.

Temmuz/2008

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Sevgili günlük...

Tatilden sonra çalışmaya başlamak ne zor oluyor. Bütün herşey, kaldığı yerden ama biraz daha fazla çaba sarfetmeni gerektirerek devam ediyor. Biriken evraklar var masada, malum. Çok güzel bir fincan hediye getirmiş Gülüş bana. Bir kahve yapıp içmeye başladım keyifle, yeni fincanımdan.
Düşünmemem gereken onca şey ve biran önce yoluna koymam gereken onlarca iş. Tam bir karmaşa var aklımda. Güya tatilden döndüm ama öyle bir yorgunluk var ki üzerimde. Evrakların arasında gereksiz bir kağıt bulunca, elime bir fırsat geçirmiş gibi yazmaya başladım. Yarına yetişmesi gereken işleri unutarak biranda.
Aslında eve dönmek ne olursa olsun güzel. Altından saraylar bile olsa gittiğin yerler, sana ait olduğunu hissettiğin, kendini oraya ait hissettiğin bir küçük oda bile tercih edilir o saraylara her zaman. Tabi dönüşümü hiç böyle hayal etmemiştim ben, orası ayrı. Neyse...
İnsan hayatı çok kısa zaman dilimlerinde nasıl değişiyor, bir daha farkettim. Farkettiğim daha çok şey var tabi. Mesela, insanlara ne kadar çabuk inandığım, herkesi kendim gibi sandığım, kötülük düşünemediğim. Ve saflığımı bazen salaklık boyutuna vardırdığımı filan. Demin neyse diyerek bu konuyu kapatmıştım sanırım ben. :) Bu sefer gerçekten neyse...
Hem evraklar beni bekler. Bu kadar kaytarma yeter. Yeni bir maratona başlamaya hazır mıyım, henüz bilmiyorum. Ama nasılsa başlayınca öğrenirim. :)
Hayde...

Temmuz/2008