10 Kasım 2007 Cumartesi

Avuç içi kadar...

Sahip olmak istediklerimi düşünürken, satır arasına sıkıştırdığım, gerçekleşmesiyle başka birşeye ihtiyacım kalmayacağı düşüncesi, sadece sözde gerçeklik olarak kalıyor. Çünkü insanoğlunun istekleri hiç bitmiyor. Biri gerçekleşti mi başkası, o gerçekleşti mi daha başkası.
Bir sabah, gördüğümde hem suçluluk, hem üzüntü, hem de acaip bir yalnızlık hissettiğim babamla karşılaştığımda, keşke demiştim, başka bir şehirde yaşıyor olsaydı. Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş ya; böylece, hem uzak kalmak, hem yakın olmak isteğimi dengelemiş olur ya da unutur giderdim bu dengesiz hisleri. O an, sanki bunun olmasıyla bütün hayatım düzene girecekmiş gibi bir duyguya kapıldım, içimdeki üzüntüyle. Sonra, durum böyle olsaydı nasılsa üzülecek başka birşey bulurdum dedim, kendi kendime. Mutlulukların, üzüntülerin ve isteklerin, insan varoldukça sonu yok. Zaten elimizde materyal, bir bunlar var. Yani üzülmek, sevinmek, çalışmak, mücadele etmek.
Kendimden kötü durumda olanları gördüğümde, duyduğumda ya da okuduğumda, içime dolan hıncı alt edebildiğim ölçüde, evet, avuç içi kadar mutluluğa bile razı oluyor insan. Ama, ya ulaşmaya çalıştıklarına evvel ezel sahip olanları görünce?
Önce istemek gerek mutlu olmayı. Kimse istenmediği yerde olmayı dilemez. İhtimal vermeyip, şans tanımadığında, mutluluk, uzun bir yolun, ulaşılamayacak varış noktası olarak kalıyor. Böyle sözler var çünkü. "Kör göze parmak" misali, "mutluluk bir son değil, yoldur." der, en kasıntı haliyle. O yolda gitmeyi bilmiyorsunuz der.
Adamakıllı konuşmaların açtığı algılarına deli gibi ihtiyaç duyan, hayaller kuran, amacı olmayan, nedenlere kafa yoran biri, ne kadar haberdardır mutlu olmaktan ve ne kadarına razıdır geleni kabullenmenin?
En ufak mutluluk kırıntısının bile arkasına gizlenmiş bulduğun suçluluk duygusu, nasıl bertaraf edilir bilmiyorsan, kafanda sürekli iki kişi savaş halindeyse ve sen, ortasında kalmışsan bu harbin. Mesela, birinin "yine nereye gidiyorsun?" demesine, diğeri, "hayat yeterince engellerini çıkartmıyormuş gibi karşına, bir de sen mi kısıtlayacaksın kendini?" diye karşılık veriyorsa. Ve sen, kararsız, çaresiz kalıyor, yorgun düşüyorsan bu savaşlardan.
Gittiğin yerlerde başka şeyler düşlüyor, bulunduğun yerin değil, ait olduğun düşüncelerin havasına kapılmış buluyorsan kendini; bu yaşamayı mı, mutlu olmayı mı bilmemek acaba?
Şimdi derin bir nefes alsan, havalandırıp, kullanılmaya hazır etsen rafa kalkmış duygularını. Kulağı, gelmeyecek telefon, mesaj sesinde yalnızlığının. Anlamlar yüklüyor, altında eziliyor. Bulunduğu boşluk, eksikliklerini ne olursa olsun birşeylerle tamamlama eğilimine itiyor onu. Yanlış oysa alabildiğine bu. Biliyorsun ama bu boşluk büyümüş içinde, kocaman bir karadelik olmuş. İyi olan ne varsa yok ediyor teker teker.
Hiç yoktan duyulan keman sesine eşlik eden piyano, susuşlarını biriktiriyor masalarda. Seni heyecanlandıracak şeylere muhtaç hissediyorsun kendini.
Avuç içi kadar değil belki ama, avucunda tutabileceğin kadar mutluluğa razısın şimdi...

Kasım/2007

Hiç yorum yok: