30 Kasım 2007 Cuma

Benzeşme...

Oturduğumuz semt dışına çıkmaya yeni yeni başladığımız zamanlarda, bir arkadaşımla sultanahmete, babasının işyerini ziyaret bahanesiyle gezmeye gitmiştik. Birde onun kardeşi vardı yanımızda. Sultanahmet malum, turist yeri. Otobüste sanırım iki turist vardı yanımızda, konuşuyorlardı kendi aralarında. En sonunda biri kahkahayı patlattı. O zamanlar ilkokula giden ufaklık; "e abla bunlar bizim gibi gülüyorlar?" demişti. O zaman değil ama şimdi düşündüğümde, kurduğu mantığa gülüyorum. Bizim gibi konuşmayanlar, bizim gibi gülmezler. :)
Görünürde farklı hayatlar yaşadığımız insanlarla, aynı şeylerden muzdarip olup, aynı şeylere üzülüyor olmamız da benim kuramadığım bir mantıkmış meğer. İnsan öyle kapalı bir kutu ki, asla dışından açılmıyor. Sadece açtığınızı sanıyorsunuz bazen. Neticede er ya da geç anlıyorsunuz gerçeği.
İstediğiniz kadar insan sarrafı olmuş olun, genel hatlarıyla anlarsınız belki ama, karşınızdaki insan kendini tanıtmak istemiyorsa, karmaşaya dönüşüyor herşey.
-"Samimiyetin ve dürüstlüğün, ben burdayım! diyor, anlamamak aptallık olur" demişti biri.
-"Mecburiyetten dürüstlük benimki" demiştim. "Başka türlüsünü bilmediğim, beceremediğim için."
-"Canım çok yanıyor. Böylesini hiç düşünmedim, ihtimal bile vermedim" demişti.
Bana anlatmamış olsa, sorsanız; "böyle bir acıya yer vermez kendinde" derdim, bilemezdim yani. Onun ihtimal vermedikleri gibi, bende ondaki bu acıya ihtimal vermezdim.
-"Ne garip değil mi, bize acı çektirenlerde bu dünyadalar ama biz hala çok kalabığız" demiştim. Sonra farkettim ki, taraflı bakıyorum olaya. Yani gördüğümüz canımızı acıtanlar. Peki ya, canını acıttıklarımız neredeler?
Bir yandan acı çekerken, diğer yandan acı çektirebiliyor insan. Herkes hem suçlu, hem mağdur. Oranları farklı belki ama kimse sonsuz bir masumiyete sahip değil.
"Hak değirmende kaldı." derdi anneannem, masumiyette çocuklukta. Doğrudur işte, "biz büyüdük ve kirlendi dünya."

Kasım/2007

29 Kasım 2007 Perşembe

Bağlamanın telinde bir çift söz...

Çok uğultucu bir sessizlik, içinde bulunduğum. İnsanlar kendi iç seslerini susturmak için çok konuşurlarmış. E bende çok konuşan bir yapıya sahip olmayınca, yankılarıyla aman vermiyor bu sessizlik. Ne olduğunu anlayıp, hiçbirşey yapamamaksa bundan daha zararlı. "Anlamak çözmeye yetmez" diyor Bülent abim, yetmiyor...
Her yara, açıldığı andan itibaren iyileşmeye başlarmış. Açık yaraya dezenfekte için sürülen, yakar ve yakması iyiye işarettir, mikrop kırılır. Yanıyor işte yara. İyi mi şimdi yanması?
Yürüyorum. Hava soğuk, gökyüzü gece karası, sokaklar kalabalık. Kafamdakiler dağılsın diye yürüyorum. Belki ilk defa yürüdükçe daha çok gömülüyorum düşüncelere. Kararlar aldım, caydım. Tespitlerde bulundum, sonra yalanladım. Suçlular buldum, akladım. İnsan kendiyle nasıl kavga eder, yeniden duyumsadım. Sonra yine hiçbirşey düşünmemek, herşeyden uzak kalmak istedim.
Hepsinin üstünü örtmeye karar verdim sonunda. Bir konser salonunda kurtulmayı denedim düşüncelerimden. Bağlamanın sesinde açığa çıktılar birer birer. Hepsi ortaya saçılınca, bir zincirin halkaları gibi peşi sıra gelen şeylerle karşılaşınca, daha bir ağır hissettim kendimi.
"Söğüdün yaprağı narindir narin
İçerim yanıyor, dışarım serin."
Ne güzeldir bu türküde Zeynep olmak. Sevmem aslında hiç zeynep ismini. İsimlere anlam yükleyen, o isimlerle tanıdıklarımızdır. Sevimsizdir bu yüzden, benim için bu isim. Ama bu türküyü, hele de Erkan Oğur-İsmail H.Demircioğlu ikilisinden dinliyorsam, üstüme alınmak istiyorum hep. Güzelliği soyunda sorgulanan zeynep olmak istiyorum. Yani güzelliğin sadece, kaşta, gözde; boyda, posta sorgulanmadığı; temiz bir sevginin zeynebi olmak. Ne diyordu şiir,
"Ne renk olursa olsun, kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin."
En dar vakitlerde, kimse görmesin diye alelacele sakladığım anıları buldum söylenen türkülerde. Yad ettim ve ne çok şeyin değiştiğini farkettim. Tükenenleri, tükettiklerimi yeniden gözden geçirdim. Konser bittiğinde, her dinlediğimde yeniden hatırlayayım diye, bıraktım yerlerine karşıma çıkanları. Bir kendimi aldım salondan çıkarken, yine başbaşaydık...

Kasım/2007

26 Kasım 2007 Pazartesi

Yine mi?

Bir insan neden yapar bunu kendine? Sonu gelmeyecek, ne mantık, ne tarih tutmayacak şeylerin peşinden, niye böylesine gidesi gelir?
En ufak bir davranışını bir hüzün bulutuna çevirip, içine dolup taşan bu ağlama isteğiyle kıvranıp durmak, ne kazandırır insana? Her defasında aynı yollardan geçiyorsun. Öğrenmiş olman gerek artık, virajlarını, eğimini, engebesini, seni zorlayan şartlarını. Yetmedi mi bugüne kadar yaşadıkların, yorulmadın mı?
Vazgeç ne olur. Bari bu sefer acı çekmeden vazgeç. Yine en çok sen acı çekecek, yine yalnızlığına yenik döneceksin. Yapamayacağın kararlar almana sebep olan, kızgınlık, kırgınlıklar yaşayacağın sonlara ulaşmadan, kalbin daha fazla hırpalanmadan, gözyaşlarını içine akıtmak mecburiyetinde kalmadan vazgeç.
Şimdi ufak sıyrıklarla atlatabileceğin bu badireyi, ilerletirsen, bir yıkımla altında kalacağın tehlikeli yüksekliklere ulaşacak. Önlemlerini al, koru kendini olacaklardan.
Daha şimdiden yutkunurken yakıyor düşündüklerin. İçine yayılan gereksiz bir ağrı var.
Yine mi aynı şeyler, hayır olmamalı. Bile bile lades değil artık gerekli olan. Şimdi böyle olmamalı, bunu aklına takmamalısın. Başka şeyler düşünmeli, bundan biran önce kurtulmalısın...

Kasım/2007

Tanımlama...

Sabah güneşi ardımda, yansıyan gölgem uzun sokakta. Evet, bu gölge bana ait. Saçları toplanmış, eli çenesinde. Gölgesinden bile tanıdığım insanlar var benimde.
Bir insanı kokusundan, gölgesinden, uzaktan gelen sesinden, kapıyı çalışından, yazdığı kelimeden, söyleyiş biçiminden tanıyabilmek, nasıl güven verici ve sevgi dolu değil mi?
Çocukken misafirliğe gittiğimiz bir yerden ayrılacakken, paltosunu istemişti dedem. İçeride bir sürü palto vardı, yatak üstünde sıralanmış. Olabileceğini tahmin ettiğim bir tanesini alıp, koklamıştım. Evet, dedem kokuyordu. İnsanların kendilerine has kokularının o zaman farkına varmış, onu uyutmayı bıraktığında, annemin kıyafetleriyle uyuyan kardeşimi görünce de bu farkındalığı perçinlemiştim.
Bir beyaz kağıda elimi koyup, çizdiğim şekil kadar tanıdıklarım ve tanındıklarım da var elbet. Ne zor şey kendini anlatmak. Hele de benim gibi yanlış anlaşılmalardan korkan biri için.
Bazen, hiç tanımadığım bir yerde, yapayalnız olmak gibi dileklerim oluyor. Ama "neyin var, durgunsun?" diyecek birinin olmadığı bir yer ve bu durum, insanın tahammül edebileceği bir yalnızlık mı acaba?, diye de düşünüyorum bir yandan.
İçimin kapılarını ardına kadar açıp, içeride ne varsa, ne için ne düşünüyorsam saklamadan, yanlış anlaşılır mıyım diye düşünmeden anlatabileceğim; "kötüyüm" dediğimde yanımda bulduğum bir dostun tanıdıklığından nasıl vazgeçer, buna nasıl ihtiyaç duymaz insan söylesenize.
Gül peşinde koşarken ezilen papatyalar gibi olmasın, yanımızda yöremizde varolanlar. Hatta içimizde bulunanlar.

Kasım/2007

23 Kasım 2007 Cuma

Ölmek ne garip şey anne...

Bir hastane kapısında acıyla yüzyüze gelmiş, ne olduğunu anlamaya çalışırken; gördüğün taksiden inen teyzeyle, başka şeyler düşünmeye başlıyorsun. Aklın kıyas yapmaya, ölüme bir sıra biçmeye yelteniyor çaresizce. Bütün bildik sözler sıralanıyor ardı ardına. Biliyorsun sende, bunu da sindirip, tahammül edilebilir hale getireceksin, ama zamanla. Fakat bundan sonra, genç ölümleri duyduğunda, bir film karesi gibi aynı sahneyi defalarca hatırlayıp, her seferinde aynı şeyleri hissedeceğini de biliyorsun.
Erkendir her ölüm, sevdiğini uğurlarken buralardan. Başlangıcı olup sonsuza uzanan tek şey zamandır. Ve geriye kalan herşey, onun içinde kaybolmaya mahkumdur, biliyorsun. Bunu tahmin etmemişsin işte, hiç böylesi aklına gelmemiş. Düşlemiş miydin? Böyle birşeyi nasıl düşlersin ki, düşlemedin elbet. Sevdiğin hiçkimseye yakıştıramadın ki ölümü. Onlar sıcaktılar, sevgi dolu. Ama ölüm, içini üşütecek kadar soğuk. Ellerin değil, duygularındı üşüyen şu yaz ortası.
Görememek, konuşamamak. Bir gün önce yanında olandan, artık bir ömür boyu ayrı kalmak gibi yakıcı hisler kapladı heryanını. Bu idi demek, sevdiklerinden önce gitmek isteyişinin nedeni. Bunu nasıl bir bencillikle istediğin ve isteğini ne kadar geçerli nedenlere dayandırdığın aşikardı şimdi.
Ona senden yakın olanların acısını görünce, sakladın kendi acını. Öncelik sırasını karıştırdın acıların. Onların bu haline mi, acının asıl nedenine mi üzülüyordu için, en ilk?
"Birileri yeni kitaplar yazacak, okuyamayacaksın; yeni filmler çekilecek, izleyemeyeceksin; sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken, dinleyemeyeceksin." diyordu ya filmde. Gideceği zamanı bilerek yaşamanın verdiği ağırlığı, bir kez daha hissetmiştin o sahneyi izlediğinde.
Sana acı verenin, onun acılarına son verdiğini aklına getirdin bunları düşününce. O, kurtulmayı diliyordu belki de, kurtuluş ölüm olsada; oysa sen, razı değildin ölümüne, onun acılarından habersiz olsanda. Bu açmazda, kim daha acılıydı ki acaba?

Kasım/2007

20 Kasım 2007 Salı

Hayali...

Yazacaklarım, çok ufak bir an gördüğüm bakışın eseri aslında. Ama onu besleyen hayallerim, düşündüklerim de yok değil. Sadece belli zamanlarda gördüğü, bir kıza olan aşkını anlatıyor çocuk. Peki "niye yazıyorum bunu?" Hala olabileceğini bilelim ya da inanalım diye. Siz seçin, hayal sizin...

İşte geldin...
Saçların yine pek bir güzel bugün. Yüzün, bakışların çok güzel. Bütün bunları sadece 1 saniyelik bakışında yakalayabilmem mucize değil, seni senden iyi tanımamdan elbet. Hiç konuşmadan, tanışmadan hemde.
Bilsen ne çok korkuyorum "ya bu sabah aynı otobüse binmezse?" diye. Bilsen seni görmediğim sabah, o günü daha o saatten gözden çıkardığımı; sabahları nasıl iple çektiğimi bir bilebilsen keşke.
Tam karşına oturdum işte, yüzün bana dönük. Otursanda, ayakta olsanda, yanında, karşında, çaprazında, seni görebileceğim herhangi bir yerde olacağım nasılsa.
Dün camdan dışarı bakıyordun. Senin gözlerinle baktım bende, günler boyu görmekten ezberlediğim yerlere. Rüzgardan sallanan ağaçlara baktın, pencereye yaslanmış dışarıyı seyre dalan 3.kattaki kadına, karşıya geçmeye çalışan yaşlı teyzeye, elinde sigara, dolaşan liseli öğrenci kalabalığına, karşı kaldırımda elinde bir sopayla yalnız başına yürüyen, gözleri görmeyen kıza; simit satan o küçücük çocuğa. Anladım ki ben seni izlerken, sen dünyayı izliyordun milim milim, her karesini. O karelerden biri de ben olmak istedim. Etrafı inceleyen gözlerin, beni de görsün istedim.
Yaşlı teyzeye yol vermeyen arabalara kızdın galiba. Simit satan çocuğa, cama yaslanmış kadına, tek başına yürüyen, gözleri görmeyen kıza bakıp, dalıp gittin. O an, öyle bir sarılıp öpme isteğiyle doldum ki. Elimden gelenden de fazla çaba göstererek, kötülüklerden uzak tutmaya çalışacağımı anlatmak ister gibi, sarıp göğsüme saklamak istedim seni. "Üzülme, ben varım artık" demek. Bir çocuk kadar masumdu o güzel yüzün. Bu haline dayanamadım.
Ne çok karşı durdum, yok saymaya çalıştım hislerimi bilsen. İçimde var olmadığına ikna etmeye çalıştım kendimi. Ama kalbim de bana karşı durdu işte. Aslında en çok onun uzak durması gerekirdi senden. Yaralarını daha yeni sarıyordu. Cesaret edemez, o da vazgeçer sanıyordum. Bir merhem gibi seni sürdü yaralarına, iyileştirdi kendini. Ben de teslim oldum sonunda, vazgeçip nafile çaba direnmekten. Sendeyim işte. Sende tam şuramdasın, kalbimde.
Seninle olabilmek için bir durak önce iniyorum otobüsten. Seninle karşıya geçiyorum. Sen işyerinin kapısından girince, bir durak arası yürüyorum, o günkü güzelliğini düşünerek.
"Bir bakış bile yeterken, anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular, kalbinizde kaldı." diyor ya Necatigil, bende tekrarlıyorum içimden, söylediklerinin birkez daha farkına vararak.
Ellerim ceplerimde, ıslık çalıp, sekerek gitmek geliyor içimden, şu yolu. Böylesine bir duygusun bende işte. Yüzünü görmek, en değerli hazinelere değişilmez. Dünyadaki tek varlığım, o güzel bakan gözlerin.
Kimseye anlatamıyorum seni nasıl sevdiğimi. Gözlerime ışık, hayatıma renk getirenin, bir çift gülen göz olduğunu bilmiyorlar. Erkeklerin dünyasında bu işler daha başka türlü yürür. Beni besleyen duygularımı anlatamam. Sana bile anlatamamışken, kimlere anlatılmadığının ne önemi var ki zaten?

Kasım/2007

18 Kasım 2007 Pazar

Çember...

Renk renk sıralanmış kaldırım taşları. 3 sıra pembe, 3 sıra gri, sonra yine pembe. Sadece pembelere basarak yürümeye çalışıyorum, iki tarafı ağaçlarla çevrili yolun kaldırımını. Aklımda başka birşey yok, sadece basmamam gereken gri kaldırım taşları.
Ne dün tekrar farkettiğim değişme gerekliliği, ne kendime acıma halleri, ne bu halime kızgınlığım. Oyun oynarken topu elinden zorla alınmış, bir köşeye çekilip içli içli ağlayan bir çocuk gibi hissetmemi bile hatırlamıyorum.
"Hayatımı sahibinden satışa çıkarsam?" demiştim, bunları hissettiğim akşam.
"Ne oldu?" dedi arkadaşım.
"Hiç, hiçbirşey. Tam da bu yüzden satmalıyım ya işte..."
Yolda gördüğüm, annelerinin, babalarının elinden tutmuş, kimi paytak paytak yürüyen gülen yüzlü çocuklar, yerlere düşen sararmış yapraklar, geçen arabada çalan sevdiğim şarkı, hep pembe. Araba gürültüsü, asfaltı kazılmış yollar, bu karmaşa ise gri, herzamanki gibi. Grilere basmamalıyım...
Yağmur başlıyor. Pembe parke taşları, grilere oranla daha çabuk belli ediyorlar yağmurun içlerine işleyişini. Zaten oldum olası sevmedim yağmurda yürümeyi, şemsiye taşımayı. Ne zaman yağmurda yürüsem, başım ağrır benim. Hele de biraz şiddetliyse o yağmur damlaları, damladığı yeri ağrıtır sanki. Lisede arkadaşlarım ne gülmüşlerdi bunu söylediğimde, "sen saçını yıkarken ne yapıyorsun peki?" diye. Öyle değil işte :) O zamanda demiştim ama faydası olmamıştı.
Ne çok yürüdüm bu yolu ben. Ne kızgınlıklarda, üzüntülerde, sevinçlerde. Ve kimbilir daha ne duygularda. Ama hep sevdim bu yolu ve yürümeyi, bu ağaçları, tanıdıklığı.
Kafamda o akşamdan kalan soru yığınları, serpiyorum birer birer gri taşlara. Ne kadar önemsiz hissetmiştim kendimi. Ve değersiz, silik. Bir nokta gibi hani. "Ne işim var burada?" demiştim, "Niye buradayım?". Ve "Niye böyleyim?"
Sorularım, onlardan yarattığım sorunlarım ve ben, bir çember içinde gibiyiz. İlerlemek bile başa dönmek demek. Dışına çıkmak gerek bu çemberin. Yıkıp dökme isteğim var ya hani, aslında buradan başlamalı.
Şimdi birazda dışında olma zamanı...

"şiirlerle şarkılarla
kendini avutacaksın
ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın"

Kasım/2007

15 Kasım 2007 Perşembe

Bilindik mi, doğru bildiğin mi?

Nerelerden alıp geldin, şimdilerde hint kumaşı misali değerli bu insani özellikleri sen? Kadın-erkek eşitliği mi? O da ne, ne gerek var kuzum? Belli kuralları (!) var bu işin. Kadın susar, alttan alır. Bilmez misin de konuşursun böyle sen?
Kadını ikinci sınıf insan statüsüne sokan anne profilleri ağzından, "annesinden kızına öğütler" diye uzun bir listeyi sağda solda yayınlayan da bu zihniyet, bilmez misin?
Kadın-erkek ayırımı yapmadan, insan tek başına ayakta kalmayı bilmeli diye düşünürüm ben. Kardeşim bu yüzden evde tek kaldığında, aç kalmaz; yemek yiyip üst köşeye çekilmez; sultanlık, saltanat devirleri gibi ayağına hizmet beklemez. Ortaktır yaşam, birinin hizmeti, diğerinin keyfi üzerine kurulmaz. Bu ülke buna ne kadar hazır, ne kadar kabullenir tartışılır tabi.
3 kız arkadaş gittiğiniz ada tatilinde, her oturduğunuz yerde, "öğrenci misiniz?" diye sormaları; değilseniz nerden, neden geldiğinizi öğrenmek istemeleri, o tatil yöresi içinde bile olabiliyorsa, vay gün görmemiş yerlerin haline demek geliyor içimden.
Geçenlerde bir televizyon programında, aldatmayı konuşuyorlardı. Kadınlarda ve erkeklerde aldatma nedenleri ile ilgili bir araştırma yapılmış. Bir adam konuyla ilgili yorum yapıyor. "Erkek aldatırsa geri dönebilir, kadın aldatırsa geri dönemez." sonuçlu, bir paragraf konuşma. Aldatmanın kadını erkeği mi olur gözünüzü seveyim, bu nasıl bir seviyesizliktir diye söyleniyordum kendi kendime. Yerli yersiz 21.yüzyıl ve gelişme nutukları atan bu insanların, bu kadar cehalet içinde olmaları, yeni alınmış bir takım elbise gibi üstlerine geçirdikleri o medeni insan görüntülerini, işlerine geldiği şekilde kullandıkları aşikar, bu soyutlanmış insan suretleri, deli etmeye yetiyor insanı.
Seninde bu konuda çelişkilerin var hala, evet. Belli kalıplarla yetişmiş bu toprakların her genç kızı gibi, aklına yer eden bazı şeyleri değiştiremiyorsun, doğru. Ama bu, kendini ezdirmeyi marifet sayan bir ruhun olduğu durum değil kesinlikle.
"Ben anlamıyorsam kesin önemli birşeydir." deme devirleri gerilerde kalmadı mı? Kötüleri geride bırakıp, iyilerle yola devam edeceğimize, tersini yapıyoruz, ne garip değil mi?

Kasım/2007

14 Kasım 2007 Çarşamba

Sessiz Gece...

Deliksiz uykulara hasret gecelerde, kapı önünden, evin yolunu geç tutanların sesleri doluşur bazen odaya. Sadece karmaşa içinde sesleri duyarsın, ne konuşulduğunu bilmeden. Hani bir reklam vardı. Bir araba hızla geçer çocuğun yanından. Bir şarkı çalıyordur ama, araba o kadar hızlı geçer ki, çocuk sadece bir kelimesini ve melodinin az bir kısmını duyar. Öylesin işte sende. Zaten sanane.
Karanlığa uzanan ışık, karşı evin bahçe lambası oluyor. Ve birazda gözlerin alışmışsa, kağıt, kalem seçilebiliyor işte. Karanlığa inat beyazlıklar görülüyor.
Bu sessizlik ne güzel. Böyle sessizliklerde, "şimdi çığlık çığlığa bağırsam." diye düşünürsün ya, şu an sessiz kalmak en güzeli.
Saçma sapan rüyalar görmüşsün. Neredeyse ömründe var olan bütün insanlar sözleşip, bir akşam buluşmuşlar gibi, hepsini birlikte görmüşsün. Özlediğinde var içinde, "şimdi bu da nereden çıktı?" dediğinde. Hepsi bilinçaltından birer birer yüzeye çıkıyorlar bu gece. Sevdiklerin, nefret ettiklerin, üzdüklerin, seni üzenler, ihmal ettiklerin, seni ihmal ettiğine inandıkların.
Çocukluğunun o kocaman bahçesinde top oynarken, aşağıdaki boşluğa düştü sanıp, "eyvah!" diyene kadar, bir daire çizip geri gelen topa şaşırdığın kadar, şaşırıyorsun, rüyana giren genç, çocuk yüzlere.
Dibinden balını emdiğin bahçenizdeki çiçek geliyor aklına, adı gelmesede. Yan komşunuzda içtiğiniz çaylar, alt katınızda oturan, matematik dersi aldığın abinin, ders bitimi ödül diye verdiği, ama asla yiyemediğin ağır nane mentollü şekerler, kulağına sinek kaçan arkadaşının sende bıraktığı, elleri kulaklarını kapatır vaziyette dolaşma halleri.
Hala gördüğün o bahçede, o beyaz çiçek yok. Tıpkı artık İstanbul'da olmayan o komşularınız gibi, başka yerlere göç etmiştir o da.
İlkokulun yarısında, başka bir şehre çok üzülerek gönderdiğin arkadaşın gibi. Nerdedir kimbilir, ne yapıyordur acaba? Hatırlıyor mudur o da, pikniğe gitmek için hevesle bekleyişinizi boşa çıkaran o sevimsiz kıza, nasıl sinir olduğunuzu. Sen hatırlıyorsunda, hatırlamak marifet mi, onu bilmiyorsun.
Gece sessiz sessiz ilerliyor. Karanlıkları ardında bırakarak bir gün daha doğacak ufuktan. Nasıl olacağı belirsiz senin için henüz. Herşeyi kayda alan aklın ve kötülüklere yer bırakmamaya çalıştığın kalbinle, diliyorsun, umuyorsun ve söylüyorsun.
Bugün, güzel bir gün...

Kasım/2007

12 Kasım 2007 Pazartesi

Boşluk...

Bir fincan yeni demlenmiş çay elimde, camdan dışarıya boş boş bakıyor gözlerim. "Gidelim buralardan, dayanamıyorum." diyor Nazan Öncel. Sorunum buralarla mı bilmiyorum ama, şu an bulunduğum duygularla ilgili olduğunu iyi biliyorum.
Çok sıkıldım artık aynı ruh halini yaşamaktan, aynı şeyleri anlatmaktan. Çok sıkıldım şarkı sözleriyle avunmaktan. Her silkinmeye çalışmamla, daha da bir yer ediyor bu haller bende. Başka türlüsünü bilmiyorum, deniyorum ama beceremiyorum. Düşler kuruyorum, gerçeklere çarpıyor; gerçeklerle yaşıyorum, yalanlara çarpıyor.
Doğru düzgün tanımadığın biriyle, 1 saat oturup, konuşmanın yarattığı bilinmezlik, heyecan ve belki de umut, seni yoklayıp geçiveren tatlı bir esinti oluyor. Soğuk bir İstanbul akşamı, ellerin cebinde yürüyorsun, kafandakileri bir düzene sokmak için. Keşke saat bu kadar geç olmasa, durmadan yürüme isteği var içinde.
Okul döneminde bir arkadaşın, uzun bir yazıyı defterinize istemeye istemeye geçirirken, durup, sana olan kızgınlığını anlatmaya başlamıştı. Sen sadece dinliyordun, yazmayı bırakmamıştın. İnanamadığın ve anlamadığın kadar hızlı ve düzgün bir halde bitirmiştin yazıyı, arkadaşın anlattıklarını bitirdiğinde. Ve işin garibi her söylediğini, kelimesi kelimesine hatırlıyordun. Şimdi de kafandakilerin tasniflenmesi bitene kadar yürümek istiyorsun. Uzun uzun yürümek, soğuk eserken rüzgar yüzüne.
Sessiz bir bekleyiş, nedensiz ve belki gereksiz. Ama iç bunaltıcı. Hem de öyle ki, kelimeler yetmiyor durumunu tasvir etmeye. Beklediğin bir ses, ama bekleyişinin nedeni yok. Belki de var, boşluk...
Mantığın işlemiyor, işlesede inkar ediyorsun nasılsa. Derin derin iç geçiriyorsun. "Eksik birşey mi var hayatımda?" diyor ya şarkı, var ama eksiğin adını koymaya mı korkuyorsun nedir, sende bilmiyorsun.
Parça parça biriktirdiklerinle dolu için, ağzına kadar. Ama sorsan, koca bir boşluk, anlatılamayacak olan. Koskocaman bir boşluk işte, içini bu kadar dolduran...

Kasım/2007

10 Kasım 2007 Cumartesi

Avuç içi kadar...

Sahip olmak istediklerimi düşünürken, satır arasına sıkıştırdığım, gerçekleşmesiyle başka birşeye ihtiyacım kalmayacağı düşüncesi, sadece sözde gerçeklik olarak kalıyor. Çünkü insanoğlunun istekleri hiç bitmiyor. Biri gerçekleşti mi başkası, o gerçekleşti mi daha başkası.
Bir sabah, gördüğümde hem suçluluk, hem üzüntü, hem de acaip bir yalnızlık hissettiğim babamla karşılaştığımda, keşke demiştim, başka bir şehirde yaşıyor olsaydı. Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş ya; böylece, hem uzak kalmak, hem yakın olmak isteğimi dengelemiş olur ya da unutur giderdim bu dengesiz hisleri. O an, sanki bunun olmasıyla bütün hayatım düzene girecekmiş gibi bir duyguya kapıldım, içimdeki üzüntüyle. Sonra, durum böyle olsaydı nasılsa üzülecek başka birşey bulurdum dedim, kendi kendime. Mutlulukların, üzüntülerin ve isteklerin, insan varoldukça sonu yok. Zaten elimizde materyal, bir bunlar var. Yani üzülmek, sevinmek, çalışmak, mücadele etmek.
Kendimden kötü durumda olanları gördüğümde, duyduğumda ya da okuduğumda, içime dolan hıncı alt edebildiğim ölçüde, evet, avuç içi kadar mutluluğa bile razı oluyor insan. Ama, ya ulaşmaya çalıştıklarına evvel ezel sahip olanları görünce?
Önce istemek gerek mutlu olmayı. Kimse istenmediği yerde olmayı dilemez. İhtimal vermeyip, şans tanımadığında, mutluluk, uzun bir yolun, ulaşılamayacak varış noktası olarak kalıyor. Böyle sözler var çünkü. "Kör göze parmak" misali, "mutluluk bir son değil, yoldur." der, en kasıntı haliyle. O yolda gitmeyi bilmiyorsunuz der.
Adamakıllı konuşmaların açtığı algılarına deli gibi ihtiyaç duyan, hayaller kuran, amacı olmayan, nedenlere kafa yoran biri, ne kadar haberdardır mutlu olmaktan ve ne kadarına razıdır geleni kabullenmenin?
En ufak mutluluk kırıntısının bile arkasına gizlenmiş bulduğun suçluluk duygusu, nasıl bertaraf edilir bilmiyorsan, kafanda sürekli iki kişi savaş halindeyse ve sen, ortasında kalmışsan bu harbin. Mesela, birinin "yine nereye gidiyorsun?" demesine, diğeri, "hayat yeterince engellerini çıkartmıyormuş gibi karşına, bir de sen mi kısıtlayacaksın kendini?" diye karşılık veriyorsa. Ve sen, kararsız, çaresiz kalıyor, yorgun düşüyorsan bu savaşlardan.
Gittiğin yerlerde başka şeyler düşlüyor, bulunduğun yerin değil, ait olduğun düşüncelerin havasına kapılmış buluyorsan kendini; bu yaşamayı mı, mutlu olmayı mı bilmemek acaba?
Şimdi derin bir nefes alsan, havalandırıp, kullanılmaya hazır etsen rafa kalkmış duygularını. Kulağı, gelmeyecek telefon, mesaj sesinde yalnızlığının. Anlamlar yüklüyor, altında eziliyor. Bulunduğu boşluk, eksikliklerini ne olursa olsun birşeylerle tamamlama eğilimine itiyor onu. Yanlış oysa alabildiğine bu. Biliyorsun ama bu boşluk büyümüş içinde, kocaman bir karadelik olmuş. İyi olan ne varsa yok ediyor teker teker.
Hiç yoktan duyulan keman sesine eşlik eden piyano, susuşlarını biriktiriyor masalarda. Seni heyecanlandıracak şeylere muhtaç hissediyorsun kendini.
Avuç içi kadar değil belki ama, avucunda tutabileceğin kadar mutluluğa razısın şimdi...

Kasım/2007

7 Kasım 2007 Çarşamba

İyi ki doğdun...

Bugün 7 Kasım, senin doğum günün.
Buralarda olsaydın, sürpriz yapma çabalarımız olacaktı belki. Şimdi ise elimizde, içimizde biriken keşkelerimize karışan hayallerimiz var.
Senin sesini duymak, yine çok güzel bugün. Seni unutmamacasına sevmek, hala çok güzel. Ve bizimle olduğunu bilmek.
Şarkıların bize emanet denizin çocuğu. Dilimize, yüreğimize, kalbimize. Ve sana da ulaşıyor biliyoruz, hep bir ağızdan söylediğimizde.
Doğum günleri, yaş ilerledikçe yaşlanmanın hüznünü taşır. İçimizdeki bu hüzün, ondan olsa gerek.
İyi ki doğdun denizin çocuğu. Ve biz seni, iyi ki tanıdık...

Kasım/2007

1 Kasım 2007 Perşembe

Alemin yiğidi ben miyim?

Vizontele'deki televizyon tanımlamaları gibi, Yılmaz Güney'in "Boynu Bükük Öldüler" kitabında, Yenice Köyü ahalisinden birinin, gördüğü sinemayı anlatışı var.
"-Çarşaf gibi beyaz ve büyük bir bez var. O bezin üstünde adamlar, avratlar var. Ama gerçek değilmiş, bende öyle sandım baştan. Arka tarafta bir makina varmış. Ondan bir ışık çıkıyor. O ışıkla bütün gavurlar çarşafa çıkıyorlar, başlıyorlar oynamaya. Canları istiyor adam öldürüyorlar, canları istiyor saz çalıyorlar." diyor altındiş.
"-Adam öldürüyorlar da sen bakıyor musun?" diyor uzun mahmut.
Yardım biliyorlar onlar, insanlık biliyorlar çünkü. Ağalarına karşı duramasalarda.
"-Herkes bakıyor, alemin yiğidi ben miyim?" diyor altındiş...

Her ne kadar kendi başına ayakta kalmaya çabalıyor olsa da insan, yine de kötü zamanlarında yanında biri olsun istiyor. Ona omuz versin, geçecek, unutacaksın desin. İşte o zamanlarda, kimseden birşey beklemiyor olsanda, bir kenara çekilip,
olanları bir film izler gibi izleyen yakın saydıklarının, kendilerini bu kadar soyutlamış olabileceklerine inanasın gelmiyor. "Olmaz, bir nedeni olmalı." diyorsun. Evet nedenleri var ama hiçbiri seni teskin edecek gibi değil. O zaman bir kere daha anlıyorsun ki, herkesin ölçütleri, düşünceleri birbirinden farklı. Ama sende de yara alan mantığın değil, duyguların zaten.
"Ben olsam böyle yapmazdım." diye düşünmen, canını daha çok yakmaktan başka bir işe yaramıyor. Önüne iki seçenek çıkıyor bu noktada. Ya onlar gibi "bana dokunmayan yılan" demelisin, ya da olanlara aldırmadan bildiğinden şaşmamalı, her seferinde sınamalısın insanlara olan inancını, tekrar tekrar.
Sonra bir an, bir ışık yanıyor, hiç ihtimal vermediğin bir taraftan, karanlığına. Senin söylemeyi düşündüklerini bir çırpıda sakınmadan söyleyiveriyor. Bu hem canını acıtıyor, hem sevindiriyor seni. O ihtimalsiz karşı duruşun adı, cesaret mi, haksızlığa, üzüntüye tahammül edemiyor olmak mı bilmiyorsun. Bildiğin, ansızın uzanıveren elleri hiç unutmayacağın, yerlerinin hep farklı olacağı.
Şimdi sorsalar sana, geçti dersin ya; aslında geçmemiştir, dönüp baktığında. Çünkü olanlardan öğrenmişsindir, ayağını bastığın yerin güvenli olma ihtimalini hesap etmeyi, kimin yanına oturup, kime candan el uzatabileceğini.
İnsan, bazı acıların, tazeliğini unutuyor sadece. Aynı yerinde duruyor çünkü onlar, geçmiyor, gitmiyor. Atsan atılmaz, satsan satılmaz bir anılar birikintisi oluyorlar.
Biriktirmekse, çok eskiden kalma bir alışkanlık.

Ekim/2007